Sabah erken saatlerde, kaldığımız efsane otelden check-out yapmaya hazır biçimde kahvaltı masasında buluşuyoruz.
Ben her sabah önce kahve, sonra meyveli müsli veya pancake söylüyorum, Berk omletinde minicik bir değişiklik yapmak istiyor – Avrupa’nın her yerinde çok kolay anlaşılıp yerine getirilebilecek bu istek için otuz dakika açıklama yapmak zorunda kalmasını ve bundan yine de vazgeçmemesini gülerek izliyorum, Anisa yumurtasının kaç dakika kaynatılması gerektiğini her gün değişen sayılarla ifade ediyor – bu da aramızda eğlenceli bir ritüel, o gün 4 mü 6 dakika mı diyecek diye bekliyoruz -, Jorge zaten İspanyolca anlaştığı için sorunsuz hallediyor siparişini.
Günün yirmi dört saatini birlikte geçirdiğimiz dört günden sonra, artık seyahat ekibimiz birbirinin ruh haline ve alışkanlıklarına adaptasyonu sağlamış durumda. Kim sabah huysuz uyanıyor, kim kahve içmeden adım atamıyor, kim duşa girdi mi çıkamıyor, kim telefonunu şarj etmeyi unutuyor biliyoruz. Aynı şekilde orada geçirdiğimiz her gün sabah yollara düşmenin antrenmanı sonucunda, sıcağın altında saatlerce yürümeye hazır olarak, yola düşmeden önce çantamıza su ve yedek kıyafet atıyoruz.

O gün istikametimiz, Guatemala denildiğinde herkesin aklına ilk gelen, en popüler turistik istikamet olan Maya kenti ve tören merkezi Tikal.
Dünya tatlısı rehberimizin peşinden, ormanların arasına dalıyoruz. Rehberimiz o kadar mutlu, her şeyi o kadar şevkle ve o kadar mutlu anlatıyor ki, bulunduğumuz yer muhteşem bir Maya şehri olmasa bile onunla keyifle gezebilirim.
Ben elimde sürekli bir Gallo ile, rehberimizin dibinde gezinip, en az Maya şehri kadar onu ilgiyle inceliyorum. Her gün defalarca anlattığı şeyleri bu kadar keyifle anlatmaya devam edebilmesi çok ilgimi çekiyor. O, Mayaların ölülerini en sevdikleri eşyalarla gömüldüklerini açıkladıktan sonra, bana dönüp gülüyor, “Seni mesela bira ile gömerlerdi.”
Sonra bir ara bana “Sen de Guatemalalı gibi gülümsüyorsun.” diyor. “Kocaman, gözlerin parlayarak…” Bundan cesaret alıp soruyorum, “Sıkılmıyor musun her gün aynı şeyleri anlatmaktan?”
“Sıkılsam, bu işi yapmazdım ki.” Aşırı basit, aşırı güzel bir cevap diye düşünüyorum. “Ne yazık ki benim ülkemde herkes nefret ettiği işleri yapmaya her gün söylenerek gitmeye devam ediyor.” cümlesini Türkçe kendi kendime mırıldanıp, biramı içmeye devam ediyorum.
Tikal, bir önceki gün gezdiğimiz El Mirador’a kıyasla, piramitlerin tamamen ortaya çıkartıldığı ve çok daha turistik olan bir Maya şehri. Bunun bir avantajı, bir de dezavantajı var: Piramitleri bütün heybetiyle ve detaylarıyla görebiliyor, tepelerine tırmanabiliyorsunuz. Diğer yandan El Mirador’daki gibi çok özel bir şey keşfediyor hissi vermiyor, önünüz arkanız sağınız solunuz turist grupları ile dolu.



Buna rağmen, ormandaki yürüyüşten sonra, meydana ulaştığınız ilk anda gördüğünüz piramit manzarası karşısında vuruluyorsunuz. Tek kelime ile büyüleyici.
İlkbahar ve sonbaharda ekinoksları takip edebilmek için inşa ettikleri dev piramitler, basamaklar ve güneş ışınlarının düştüğü noktalarla bugünkü gibi 365 gün ve ekinoks takibini o yıllarda yapmaları, astronomi çalışmaları için yaptıkları yatırımlar da en az mimari güzellik kadar insanın aklını başından alıyor. “Nasıl olabilir ya, nasıl olabilir de o kadar yıl önce ellerinde çok az imkan varken, bütün bunları gözlemlemiş ve keşfetmiş olabilirler?” sorusu insanın sürekli olarak aklında dönüyor.
Maya topraklarında muazzam bir enerji var. Bir tepeye tırmanıyoruz, orada sadece duruyoruz ve gerçekten mutluyuz. Bu tanımlamakta veya deneyimlemeyen birine anlatmakta gerçekten zorlanacağım bir şey.

Tikal’i baştan başa gezmek ve sonra Flores’e geri dönmek bir gün sürüyor. Flores’e döndüğümüzde Guatemala City’e dönüş uçağımıza daha bir kaç saat olduğundan, sahilde rastgele bir bara oturup atıştırmalık bir şeyler -ki bu her zaman guacamole, tortilla ve ceviche – ve birer kokteyl siparişi veriyoruz.

Kokteyller geldiğinde, alkolün çok cimrice konularak hazırlandıkları konusunda hemfikiriz. Tam bundan yakınmaya başlayacakken, Berk çantasından Zacapa şişesi çıkartıyor, “Bütün bu içkilerin bazı rom, getirin ekleyeyim.” diyor ve bardaklarımıza bonkör bir rom katkısı yapıyor. Zaten bu eklemeyle kokteyllerin ikinci turu dönmüşken net olarak sarhoşuz.
Havalimanına gitmek için aracımıza binmişken, Berk kulaklıklarını takıp müzik dinlemeye başlıyor. İki çift airpods’u, bizim İstanbul’dan Panama’ya yapacağımız upuzun yolculukta aynı anda aynı filmleri izleyebilelim diye hazırlamıştı – ama biz sohbete düşüp onları hiç kullanmamıştık. Dört kişi, birer tanesini kullanıp aynı müzikleri dinleyebiliriz diye düşünerek kulaklıkları paylaşıyoruz. Rom ile bu kulaklıklar ve en sevdiğimiz İspanyolca şarkılar birleşince, otomatikman bir silent disco oluşuyor.
Havalimanında deliler gibi dans eden dört kişiyiz. Dışarıdan müzik duyulmuyor, kulaklıklarımız görünmüyor ve biz bardaklarımızı tokuşturarak deliler gibi dans ediyoruz. Cozutmanın zirvesinde, herkesin şaşkınlıkla izlediği dört kişi olarak havalimanındaki check-in sırasını, bekleme süresini, güvenlik kontrolleri ve hatta uçuşu deviriyoruz. Dördümüz de hayatımızda yüzlerce uçak yolculuğu yapmışızdır, ama o Flores – Guatemala City uçuşu hepimizin kişisel tarihine “yaptığımız en iyi uçuş” olarak kazınıyor.
O noktadan sonrası, Guatemala’da geçirdiğimiz günlerdeki en saçma ve mantıksız hareketleri yaptığımız saatler. Çünkü hem silent disco ile aşırı eğlenmiş haldeyiz, hem de zil zurna sarhoşuz. Guatemala City’deki eve gelip çamaşır yıkıyoruz, ıslak çamaşırları yanımıza alıp, minivan ile Antigua’ya doğru yola çıkıyoruz. Antigua’ya gecenin bir vakti varıp, etrafta hiç bir şey görmeden bir gece uyuyup sabah uyanıp ıslak çamaşırları arabaya serip kurutmaya çalışarak Panajachel’e yola çıkıyoruz.
Böylece aslında çok şey yaptığımız, ıslak çamaşırlarla şehirler arasında seyahat edip durduğumuz ve sürekli dans ederek güldüğümüz ancak aynı zamanda mantıklı hiç bir şey yapmadığımız bir zaman dilimi geçiriyoruz. Bu zaman diliminde net hatırladığım tek bir şey var; Antigua’da o meşhur sarı geçidin hemen ayağındaki tarihi muhtelem bir avlunun içinde yalnızca dolunay ışığıyla otururken, tek sesin bizim fısıltılarımız ve arada çalan kilise çanı olduğu dakikalar… Biz Jorge ile -sanki havalimanında zibidilik yapanlar ve romları devirenler biz değilmişiz gibi- yaşadığımız ülkelerde toplumun ve devlet yönetiminin para harcama ve yatırım yönelimleri ile bunları niçin tam olarak benimseyemediğimiz hakkında derin bir sohbete dalmışken, Anisa’nın dolunay fotoğrafını çekme aşkıyla ve pijamalarıyla terasa fırlamasını ve asla o fotoğrafı çekememesini hatırlıyorum, saatler sonra biz de uyumak için ayaklandığımızda onun için dolunayın fotoğrafını çekmeye çalıştığımızı…
Maya şehrinin büyülü enerjisi, silent disco’nun eğlencesi, zacapa’nın tadı benimle, dolunaya iyi geceler selamı çakıp Antigua’da uykuya dalıyorum.
“TIKAL VE HAVALIMANINDA SILENT DISCO” üzerine 3 yorum