Tomorrowland bittikten sonra festival alanından en son çıkanlardan oluyoruz. Hiç acele etmeden kahvaltımızı ediyor, o gün güneşli ve sıcak olan havanın tadını çıkartıyor, çadırımızı “Bundan sonra harika festivallerde daha konforlu konaklamak, çadıra yalnızca harika doğaların içinde kampçılık işini gerçekten iyi bilen birilerine misafir gitmek” niyetimizle festival alanına bağışlıyoruz. Shuttle biletimiz olmadığı için geri dönüş konusunda da uber’e güveniyoruz, ancak o gün oradan uber bulmamız imkansız.
Elimizde eşyalarımız otoyola inmek için yürümeye başlıyoruz. Şarjımızın sonundayız, otoyola inmek için kaç saat yürümemiz gerekeceğini de bilmiyoruz. Otoyola indiğimizde taksi veya uber bulup bulamayacağımızı da… Ancak festivalde yaşadığım tuhaf spiritüel anımda aldığım bir mesaj var: Karşına çıkan aksiliklerde gerilme, onlara da macera olarak yaklaş ve öyle keyfini çıkart, onlar da serüveninin bir parçası.

Yirmi dakika kadar tuhaf bir yolda yürüdükten, sonra kızlarla dolu bir araba duruyor yanımızda, ortak bir dilimiz bile yok, Şili’lermiş, el kol anlaşıyoruz, müzik ortak dilimiz, müzik açıp dans ediyoruz arabada, bizi yarım saat kadar uzaklıktaki bir benzinci – yemekçi komplekse bırakıyorlar. Böylece Brezilya’da bir de otostop macerası yaşamış olarak, uberimizi çağırıp, yeniden Sao Paulo’ya dönüyor ve otelimize gidiyoruz. Lobiye bıraktığımız valizlerimizi alıp, odamıza çıkıyor ve o akşam günler sonra uzun sıcak bir duş alıyoruz.

Ben bir kahve almak için ıslak saçlarımla, sıfır makyajla, üzerimde bir erkek tshirtuyla lobiye iniyorum, darmadumanım aslında ama festivalde çok eğlenmiş olmanın ışığı var üzerimde. Odaya geri dönmek için bindiğim asansöre biri daha biniyor. “Yakışıklı çocukmuş.” diye düşünürken, bana Portekizce bir şey söylüyor. Cevap olarak Portekizce bildiğim üç kelimeyi ardı ardına sıralıyorum: Bom dia, hola, serbeza. Kahkahalarla gülüyor, sonra Brezilya’da hiç rastlamadığım kadar müthiş bir İngilizceye dönüyor. İkimiz de katımıza geliyoruz, asansörün önünde dikilerek sohbete devam ediyoruz. Orada ne kadar sohbet ediyoruz bilmiyorum; ama Brezilyalı olduğunu, Selina’nın dairelerinden birinde yaşadığını, Amerika’da okuduğu için İngilizcesinin iyi olduğunu, Fransa ve Peru’da yaşadıktan sonra Brezilya’ya döndüğünü ve ünlü bir zincirin şefi olduğunu öğreniyorum.

Beni ertesi gün birlikte bir şeyler yapmaya davet ediyor, “Benden kurtuluşun yok zaten sonunda İngilizce bilen bir lokal buldum, sormak istediğim çok şey var.” diyorum. Gülüşüyoruz. “Lütfen daha Sao Paulo’da kalacağını söyle bana.” diyor. “Hiç bir fikrim yok.” diyorum. Gerçekten yok çünkü. “Türkiye’den kalkıp Brezilya’ya geldin ve bir planın yok mu?” diye soruyor. “Planımız var.” diyorum kendimden çok emin “Mümkün olduğunca çok şey görmek ve deneyimlemek.”

Günler sonra yatakta uyumanın keyfini çıkartıyor, sabah uyanıp, biraz Türkiye’ye bağlanıp biz festivaldeyken ortaya çıkan acil işleri aradan çıkardıktan sonra, bütün güvenlik önlemlerimizi alarak otelden çıkıyoruz. Pasaportum belime bağlı, telefonum boynuma asılı, kredi kartım telefonumun arkasında, çantamın içinde kıymetli hiçbir şey yok. Cüzdanımızı, kullanmayacağımız kartlarımızı filan hepsini otelde bırakıyoruz. Brezilya’daki dördüncü günümüz ve ilk defa şehri göreceğiz.

Dürüst olayım Sao Paulo sokaklarında ilk defa çıkınca insan gerçekten ürküyor. Her yerde ama her yerde evsizler var. Sokakların kenarlarında toplu biçimde oturanlar kadar, yolun ortasına ölü gibi yatanlar da var – sonradan öğrendiğimize göre bunlar crack bağımlılarıymış. Diğer yandan her köşe başında polislerin olması insana güvenli hissettiriyor. Yine de hiç tedbiri elden bırakmıyoruz, rengarenk boyanmış duvarların altına yerleşmiş evsizlerle Sao Paulo sokaklarında inanılmaz fotojenik kareler ve karakterler olmasına rağmen hiç fotoğraf filan çekmeden her şeyimiz kıyafetlerimizin altında ilk istikametimize yürüyoruz.

Pinacoteca:
Bence Sao Paulo’ya geldiğinizde mutlaka yolunuzu düşürmeniz gereken bir adres burası. Binası, yanındaki park, cafesi ve koleksiyonu harika olduğu gibi, aynı zamanda da bir Modern Sanat 101 eğitim binası gibi.



Normalde modern sanat müzelerinin eserlerini tür, sanatçı veya tarihe göre gruplandırmasının aksine, burada eserler hayata dair sorular sorduracak üzere tasarlanmış. Her odanın girişinde mükemmel esprili bir dille yazılmış bir konu ve o konuya dair cevaplarını kendinize soracağınız sorular var. Sonra içeride de o konu hakkında bambaşka bakış açılarına sahip eserler…
Böylelikle burayı gezerken hem modern sanat eserlerinin ne anlattığını kavramış; hem de kendinize çalışma masanızdan toplumdaki yerinize dair bir sürü soru sormuş, bunlar hakkında kafa patlatmış oluyorsunuz. Tek kelimeyle BA-YIL-DIK buraya.

Şansımıza Martha Minujin’in de süreli bir sergisi vardı. Sadece yataklardan oluşan -duvarları, yerleri her tarafı kat kat yataklar- dev bir deli odası vardı. Bağırıp çağırıp her yere vurmak gibi isteklerinizi bile karşılayabileceğiniz kocaman bir oda. Ayrıca ben kendisinin 1981 yılındaki bienal eseriyle Burning Man’in isim ve konsept annesi olduğuna iknayım.

İçerideki her eser şahaneydi bu arada, bu yazıda yukarıda paylaştığım görsellerin hepsi bu sergiden.
Mercado:
Burayı bir yemek çarşısı gibi düşünebilirsiniz. Hem çeşit çeşit yiyecek satan dükkanlar var, hem de barlar ve restoranlar. Canlı müzik bile yapılıyor. Yürürken bile size satıcılar bir sürü şey ikram ediyorlar ve ikram edilen her şey o kadar lezzetli ki alışveriş yapmadan duramıyorsunuz.
Karamelle kavrulmuş kaju ve makademya fındıklarına bittik. Hurmanın içine yerleştirip verdikleri çilekler de muazzam lezzetliydi. Bizde de olan bir sürü meyvenin tadının burada çok daha farklı olduğunu keşfettik.


Brezilya’daki ilk caipirinha’larımı (veya onların kısaltıp söyledikleri gibi “kaipis”) burada içtim. Sonra çeşitli yerlerde çok daha lezzetlilerini içmiş olsam da, o gün orada bir hanın içinde önümde müthiş chedar ve pastırma ile hazırlanmış patetes kızartmalarını ve pastelleri atıştırırken devirdiğim caipilerden çok keyif aldım.

Mercado’nun civarı aynı zamanda Sao Paulo’nun Eminönü gibi. Akşamüstü saatlerinde buranın civarında yürümek çok eğlenceli. Yollarda el arabalarında kokteyller satılıyor, evinin alışverişini yapanlar bu el arabalarından içkilerini alıyorlar, inanılmaz bir curcuna.
Sonra biraz daha şehrin sokaklarında yürüyoruz, katedraline gidiyoruz. Tesadüfen katedralin önünde bir klip çekimi var, ben dans eden insan gördüğümde hiç fark etmez dahil olma alışkanlığımı sergiliyorum. 🙂

Batman Alley:
Hava kararırken, Batman Alley’e geçiyoruz. Uber ile seyahat etmenin metroya kıyasla en güzel yanı, yoldayken keşfetmeye devam etmeyi ve çeşitli muhitler görmeyi sağlaması ve Brezilya’da uber beklediğimizden çok daha iyi çalışıyor.
Batmen Alley, duvarlarındaki grafitilerle ünlü bir muhit. Aynı zamanda cannabis tüketiminin serbest olduğu bir bölge sanırım, çünkü burada içecekler bile cannabisli.


Duvarlardaki resimler çok eğlenceli, her köşeden gümbür gümbür başka bir müzik geliyor ve herkes sokaklarda oturuyor.


Madelena:
Daha önce Sao Paulo’da yaşamış bir arkadaşımın şiddetle tavsiye ettiği bölge burasıydı. Madelena, bütün bir gün boyunca her köşede bir evsiz görme ve sürekli çantamıza, telefonumuza sahip çıkma, sürekli bir tetikte olma halimizi tamamen bıraktığımız bir semt oldu. Zaten anladığımız kadarıyla Sao Paulo’da yaşayan bütün expatların da yaşamak için tercih ettiği semt burası. Sokaklarında yürürken, köpeğini gezdirenler, kulaklığını takmış telefonu elinde yürüyen kadınlar, spor amaçlı koşanlar gibi gayet gündelik hayattan modern insanlar görüyorsunuz.

Her sokağında ve her köşesinde de gayet güzel barlar ve restoranlar var. Burada oturup biralarımızı içerken, ayaklarımız ve her yerin zifiri karanlık olması sebebiyle keşiflerin son noktasının burası olmasına karar veriyoruz.
Bu arada bir lokal tavsiyesi olarak pazar akşamları samba gecesi için de en iyi adres Madelina’daki Dona Nina.

Böylece bir gün içinde şehrin birbirinden oldukça farklı yüzlerini keşfetmiş oluyoruz. Sonra ben o gece Brezilyalı şef ile buluşuyorum, onun seçtiği leziz Şili şaraplarını tadarak, karşımda “farklı yerlerde yaşamış, anlatacak hikayesi bol, benimle çok ilgili, nazik” bir adam (çok sevdiğim bir erkek tarzı) olmasının tadını sonuna kadar çıkartıyorum. Bir sürü harika keşif içeren harika bir gün için, müthiş bir gün kapanışı oluyor, Brezilya’yı daha o ilk günden çok sevdiğime karar veriyor, ağzımda leziz şarapların tadı, yüzümde kocaman bir gülümsemeyle birkaç saat sonra uyanıp Türkiye’de toplantıya bağlanmak için uyuyorum. Lügatımda yeni bir Portekizce kelimeyle: “beijo”.
Hep keşfederek kalın!

“24 saatte Sao Paulo: Otostop, Modern Sanat, Bol Caipirinha, Pastırmalar ve Peynirlerle Aşk, Underground Sokaklar, Havalı Semtler, Brezilyalı Şef” üzerine 4 yorum