Brezilya’da en son bir yatağa yatarak uyuduğumuz gece Ilha Grande‘deki gecemiz oluyor. Oradaki son günümüzde otelden check-out yapıyor, eşyalarımızı otelde bırakıyor akşam son feribota kadar zamanımızı o bakir adanın harika manzaralı sahilinde, sandalyemizin ayaklarına deniz dalgaları vururken, leziz kokteyller içerek miskin bir keyifle geçiriyoruz.
Son feribotla karşıya karaya geçiyor, otoyolun kenarındaki bir kulübede bizi Rio‘ya götürecek otobüsü bekliyoruz. Her ülkeye adaptasyon süresi farklı oluyor, insan hangi noktada adapte olduğunu da fark edemiyor, yine de, o an, o otoyolun yanındaki kulübede otobüsümüzü beklerken, Sao Paulo sokaklarına ilk adım attığımız şehrin göbeğinde bile inanılmaz ürkek olduğumuz halimizden o kadar farklıyız ki.
Otobüsün gelmesi gereken saat geçiyor, ama biliyoruz ara durakta olduğumuz için normal bu. Aslıpan romanını okuyor, ben uygulamadan Portekizce pratik yapmaya devam ediyorum. Sanki Brezilya’da adını bile doğru telaffuz edemediğimiz bir yerde yol kenarında değil de, yazlığımızın bahçesindeymişiz gibi bir rahatlıktayız.

Otobüse binip Rio’ya gidiyor, otogardan bir uber çağırarak, Ilha Grande’ye gelmeden önce valizlerimizi bıraktığımız Copacabana Selina‘ya gidiyoruz. Selina’nın terasında, lokaller arasında da oldukça popüler herkesin süslenip püslenip geldiği bir roof bar var. Roof bar’a çıkıyor, evimizin balkonuymuş gibi rahatlıkla yerleşiyor, proseccolarımızı ve yemeklerimizi sipariş ederek, şirket bilgisayarlarımızı açıyoruz. Brezilya’nın gecesi, Türkiye’nin gündüzü ve hazır biraz boş vaktimiz varken işlerimizi temizlemeyi tercih ediyoruz.

Herkesin şıkır şıkır süslü takıldığı bir roof bar’da, ayaklarımızı uzatmış iş bilgisayarlarımızı açmış halde takılmamız biraz tuhaf. Diğer yandan aşırı havalıyız, çünkü Brezilya’daki neredeyse bütün Selina’larda kaldığımız için kollarımız farklı Selina bileklikleri ile dolu, otel ekibi bile bileklerimizdeki dizi dizi Selina bilekliklerinin fotoğrafını çekmek istiyor. Bu kadar çok Selina’da kalmış olmak da bizi bir şekilde dokunulmaz ve ayrıcalıklı kılıyor.
Oldukça kötü çalan DJ, bir noktada bizim yanımıza geliyor, muhabbet etmek için biraz dönüyor dolaşıyor, biz tıkır tıkır maillerimizi cevaplıyoruz. Sonra otelin resepsiyonunda valizlerimizi derleyip topluyor, parçalarımızı azaltıyor ve bütün geceyi geçireceğimiz otobüse biniyor ve Sao Paulo’ya doğru yola çıkıyoruz.
Brezilya’daki otobüslerde şoförün olduğu kısım, yolcuların alanından bir paravanla ayrılıyor, ayrı bir odası var gibi. Ve bizim şoförümüz bütün gece boyunca son ses müzikler dinleyip, o müziklere inanılmaz bir neşeyle eşlik ediyor. Aslıpan ile hayranlıkla izliyoruz onu. “Bak işte abi, Türkiye’de herkesin mutsuzluk sebebi paraya bağlanıyor. Ama değil. Brezilya’da fakir, bu adam da müthiş bir para kazanıyor olamaz, şu anda kendi kendine nasıl güzel eğleniyor.” Bu bütün Brezilya seyahatimiz boyunca hayranlıkla ve şaşkınlıkla izlediğimiz mutlu ve eğlenen insanlardan sadece biri.

Sao Paulo’da yapmak ve görmek istediğimiz şeylerin çoğunu yapmıştık. O yüzden günümüzü acelesiz ve biraz alışveriş yaparak geçirmeye karar veriyoruz. Bütün valizlerimizi otogardaki bir locker’a bırakıyoruz, Aslıpan sandalyede uyurken, ben Türkiye’deki bir toplantıya bağlanıyorum.

Ardından Parque Ibirapuera‘ya gidiyoruz. Burası muazzam güzel, devasa bir park. Kapılarında güvenlikler olduğu için evsizlerin giremediği, Sao Paulo’nun şehir merkezinden kat be kat güvende hissettiren bir yer. İki kişilik bisiklete benzeyen matrak pedallı arabalardan kiralıyoruz, parkın içinde onlarla geziniyoruz biraz. Aslıpan ile odak noktalarımız tamamen farklı, ben muhteşem vücutlarla koşan çok yakışıklı adamları keyifle izlerken, o parktaki kuşlardan mest. Kimsenin kuşuna kimse karışamaz!! 🙂 Hatta bir ara bir adam görüyorum, yani son birkaç yıldır gördüğüm en yakışıklı adam, “Aslıpaaan bak baaak, asıl pedallara!” diyorum. Aslıpan bir kuş kovaladığımızı düşünüyor, peşinden dolu dizgin pedal çevirdiğimiz adamı bile görmüyor.


Pedal çevirmekten yorulduğumuzda parkın çimlerinin üzerine atıyoruz kendimizi. Acıkana kadar oralarda öyle uzanarak yatıyoruz. Karnımız acıkınca bu parkın içindeki, yaban konseptli harika bir restoran olan Selvagem‘e gidiyoruz. Dekorasyon müthiş, yemekler leziz, sunumlar inanılmaz şık. Özellikle acai ve viskiden yapılan kokteyl beni mest ediyor, böylelikle bu ülkede bir sürü değişik formda yediğimiz acainin en çok viskiye yakıştığına karar veriyorum.


Market alışverişi yapmak için bir AVM’ye gidiyoruz, AVM’nin içinde market olmamasına çok şaşırıyoruz. Sonra Jardim bölgesine yürüyor, orada aradığımız her şeyi buluyoruz. Hem kahve ve chachaça almak için market buluyoruz, hem de sağlıklı yaşam butiği buluyoruz ki – burası özellikle benim Brezilya’dan almak istediğim her şey için bir vaha: Hindistan cevizi yağı, kakao, guarana… Bu tip şeyler almak isterseniz mutlaka yolunuzu Olive Mercado Naturel‘e düşürün derim.
Sonra otogardan valizlerimizi alıp havalimanına gidiyoruz, ben Portekizce küçük bira siparişi veriyorum. Sonuç Aslıpan’ın yorgunluktan ölürken önüne konulan “küçük bira” karşısında “Ah Sezo, ah, ben seninle ne yapacağım?” bakışı. 🙂

Ilha Grande’deki oteldeki gecemizden sonra, Rio’dan Sao Paulo’ya otobüs yolculuğunda geçirdiğimiz birinci geceden sonra, ikinci geceyi de sabah kalkacak uçağımızı beklerken havalimanında geçiriyoruz.
Duty free’de bütün kozmetikleri, parfümleri, makyaj malzemelerini deniyoruz, o sıralar Türkiye’ye döndükten sonra fantastik maceralı bir geceye sebep olacağını henüz bilmediğim Brazilian Kiss diye bir şişe içki ve Brezilya’ya gelmişken almadan dönmek olmaz diye çok güzel bir çift Havaianas terlik alıyorum.
Aslında oldukça uzun olan uçuş, bize Brezilya’da yaptığımız o kadar çok otobüs yolculuğundan sonra çok kolay ve hızlı geçiyor. Muhteşem anılarla, “Daha çok daha uzaklara gitmeliyiz.” kararımızla İstanbul’a ayak basıyoruz. Yol boyunca Sam Smith’in Love Goes albümünü dinliyorum.
Keşfederek ve adapte olarak kalın!

“Brezilya’da Son: Hiç yatağa yatmadan üç gün, yeşil ve güvenli bir Sao Paolo günü ve acai viski” üzerine bir yorum