Covid döneminde seyahat etme aşkıyla yanıp tutuştuktan sonra, yasaklar ufak ufak kalkarken instagram’dan arkadaşlarıma “Gitmeyi planladığınız sıra dışı bir istikamet var mı?” diye sormuştum. Covid döneminde yasaklar Hollanda’da çok daha katı seyrettiği için sık sık İstanbul’a gelen ve o süreçte birlikte çok vakit geçirdiğim canım Berk, yüksek lisanstan çok yakın bir arkadaşının Guetemala’ya taşındığını onu ziyaret etmeyi planladığını söylemişti.
Sonradan çok esprisini yaptığımız üzere “Bir instagram posttan iki ülkelik seyahat çıkarttık.” Önce Panama’ya uçtuk, sonra Guatemala’ya Jorge’nin yanına geçtik. Ve o boydan boya Guatemala’yı kat ettiğimiz seyahat hala hayatımızın en iyi en efsane seyahatlerinden biri. Bir sürü anını hala sık sık anarak kahkahalarla gülüyoruz.
Normalde uzun seyahatlerimden sonra ev kampları dönemleri yaparım ben biliyorsunuz. Dolayısıyla Arnavutluk’tan döndüğümde normal koşullar altında bir süre eve kapanıp detoks yaparak beslenip iş listelerimi temizlerdim evden çıkmadan. Ancak en son iki yıl önce gördüğüm ve bizi orada müthiş gezdirmiş Jorge’nin uzun bir süre kalmak için İstanbul’a gelmesi bunu değiştiriyor. Ve uzun zamandır İstanbul’u sadece iş odaklı olarak geçirmiş olan ben uzun bir zamandan sonra İstanbul’da bol bol gezdiğim sosyal bir dönem geçiriyorum. Her gün kalıp akşama kadar çalışıyorum, salatalarımı yiyorum, akşamları işlerim biter bitmez süslenip evden çıkıyor ve aralıksız her gün sokaklarda olduğum bir dönem geçiriyorum.
Bu dönemde gittiklerimiz, gördüklerimiz, deneyimlediklerimiz karşınızda. Size İstanbul tavsiyeleri yazısı olarak da alabilirsiniz bunu, bir misafiriniz geldiğinde yapılabilecekler listesi olarak da. Diğer yandan bu liste turistik tarihi hiçbir şey içermiyor – çünkü ben misafirlerimi benim çalıştığım saatlerde tarihi turistik yerlere yollayıp, eğlenceden sorumlu turist rehberliği yapıyorum. 🙂

Jorge’nin geldiği ilk akşam onu doğrudan Bomontiada‘ya götürüyorum. Benim İstanbul’da özellikle böyle güzel havalarda hala çok sevdiğim yerlerden biri Bomontiada. Özellikle de hafta içleri – çünkü haftasonları masa bulmak çok zor oluyor. Kendine has, çok güzel bir enerjisi ve atmosferi var. Bomontiada’ya gitmişken, yine oralarda çok sevdiğim mekanlardan bir diğeri olan Blok‘a da uğruyoruz. Adını hatırlamadığım kuzu kulağı ve cinden yapılan kokteyli çok lezzetli. Bir de bana Berlin ruhu veren bir mekan Blok. Bu plan, programı kontrol edip, güzel bir DJ çalıyorsa, Wu Bomonti ile de birleştirilebilir. Bence Bomonti’nin yıllardır eskimeyen, hala güzel olan mekanları bunlar.
Elbette bir gün de Taksim – Galata – Karaköy hattında bir program yapıyorum. Monkey gün batımı için Boğaz’a değil, Haliç tarafına baksa da bence gidilebilecek en iyi rooftoplardan biri. Erken saatlerden itibaren oldukça hareketli oluyor ve hep güzel müzik çalıyor.
Sonra Galata’dan yürüyerek Karaköy Mükellef‘te rakı içmeli bir akşam yemeği üzerine (mezeleri leziz ve manzarası çok güzel) tekrar Asmalımescit’e dönüp geceyi Corridor’da kapatmak lokal İstanbullu geleneği.

Gece eğlenmek için Klein Garten tabii ki en favori mekanlarımızdan, Avangard Tabldot’un çaldığı bir geceyi yakalıyoruz. Her zaman dinlemeye bayıldığımız bir üçlü onlar. Diğer çok sevdiğimiz bir adres Swissotel’in terasındaki Roof 16, burada da Orkun Bozdemir’in çaldığı bir geceye denk geliyoruz, hep çok güzel çalıyor.
Bir akşam da Etiler’de yeni açılan mekanlardan Salazar‘a gidiyoruz, o gece de Kerem Onger’in lansman partisi var. Salazar mekan olarak çok güzel, aydınlık ferah dekore edilmiş bir mekan. Diğer yandan o gece Kerem harika çalmasına rağmen, çok az kişi dans ediyor. Etiler’deki mekanların bence böyle bir sorunu var – asla Klein’daki gibi dans eden bir güruh olmuyor, herkes akıllı uslu içkisini yudumlayıp takılıyor.
O gecenin sonu çok matrak bitiyor, davet edildiğimiz after party’nin çok uzak bir yerde olduğunu fark edince gitmekten vazgeçiyoruz, içeride tanıştığımız bir çocuk arkadaşının nişan after’ına gidiyormuş ona katılıyoruz. Herkesin abiyelerle olduğu bir Türkçe pop partide jean şortlarla herkesi şok ederek dans ediyorum. 🙂
Bir gece de de Stefan Jolk’un after partisi için Sunset’in içinde yeni açılan After isimli mekana gidiyoruz, güzel yeni bir alternatif olmuş. O gece de sonra Teşvikiye’de bir ev partisinden Cihangir’de kahvaltıya bağlanan müthiş uzun ve komik bir geceye dönüşüyor. O sabah Cihangir’de korkunç kötü bir kahve içiyoruz, “İstanbul’da her şeyi ama her şeyi yaptık bu sürede, hatta en kötü kahveciyi bile bulduk.” diye dalga geçiyoruz sonra kendimizle.

Bir de tabii ki İstanbul’da eğlence hayatını deneyimletmek için, Maslak taraflarındaki festivallere yol düşürmemek olmaz. Park Orman’daki Gezgin Salon Festivali’ne gidiyoruz, Stavroz, Büyük Ev Ablukada ve Travis dinliyoruz. O gecenin sonu bir arkadaşımın date’i olan adamın prensese dönüşmesi ve kendisini bize eve bıraktırması, oradan hep birlikte benim evime bağlanmamız ve benim evimdeki salon dansları ile hatırlanacak bir gece oluyor.
Teşvikiye’deki Remy kokteylleri – özellikle de ilginç olan şeffaf espresso martinisi ile; Akaretler’deki Craft sempatik bahçesi ile bira içmek için sıkça uğradığımız mekanlardan oluyor. Misafirim “serpme kahvaltı” istediğinde onu Craft’a götürüyoruz Bego ile, çünkü bizim usul serpme kahvaltı patates kızartması ve biradan oluşuyor. Sonra da hem benim eve yakınlığı, hem de Jorge’nin yerli draft bira deneme isteğine en çok çeşitle cevap veren bir yer olması sebebiyle oldukça sık yolumuzu düşürüyoruz buraya.
Sağlıklı öğle yemekleri için Kru‘ya gidiyoruz. Öğlenleri çok güzel bir açık büfe yapıyor Kru. Tabağınıza istediklerinizden alıyorsunuz ve seçenekler her gün değişiyor. İş günlerinde öğlen çok restoran havasına girmeden, gerektiğinde bilgisayarınızla rahatça takılacağınız ve çeşitli lezzetli şeyler yiyebileceğiniz bir yer olmasını çok seviyorum.


Bir gün de Balat programı yapıyoruz. Akşamüstü Popstel‘in terasında buluşuyoruz – ki bence teras manzarası bütün Fener Rum Lisesi’ne tepeden bir bakış sunması ile şahane. Ardından da benim yıllardır İstanbul’da hiç değişmeyen favori restoranlarımdan olan Smelt&co‘ya gidiyoruz. Burayı daha aşağıda yalnızca iki üç masası olan küçücük bir restoranken tadım menüleriyle keşfetmiştik. Şimdi bütün binaya yayılmış olmalarını ve hala o içtenlikleri, samimiyetleri ve özenlerinden hiç bir şey kaybetmememelerini büyük bir mutlulukla izliyorum. Terasında uçuşan tül perdelerin arasında, içine tekila ve cin eklenmiş kombucha kokteyllerimizi tokuşturarak, her lokmamızda “çoook iyi” diyerek çok keyifli bir akşam geçiriyoruz. İnsanın yaratıcılığını destekleyen bir yer sanırım, o gece orada benim hayatımdaki bir konuya üç ayrı senaryo yazılıyor, biri Netflix versiyonu müthiş mutlu bitiyor, biri Cannes Festivali’ne uygun sonu havada kalıyor, diğeri bağımsız yeni yetenek versiyonu hiç beklenmedik şekilde sonlanıyor. Çok eğleniyoruz.
Bir gün de, İstanbul’a zincirler dışında filtre kahve kültürünü evimin köşesine açtığı MOC ile getiren (Bu kısmını kesinlikle abartmıyorum, şimdi her köşe başında olan kahveciler o yıllarda yoktu ve o köşe asla tutmayan dükkanların açılıp kapandığı bir noktaydı. MOC ile her şey değişti.) Sam’in Bağdat Caddesi’ndeki yeni mekanı olan Espresso Bar‘a gidiyoruz. Kahveleri kadar tatlıları da çok iddialı bir mekan yapmış. Anadolu Yakası’na geçmişken, bir Caddebostan sahil yürüyüşünü ve tabii ki Çiya‘da yemek yemeyi ihmal etmiyoruz. Misafirimin o ana kadar yedikleri arasında en bayıldığı yemekler de Çiya’dakiler oluyor.

Sonra ben bir gün misafirimi bırakıp, uzun zamandır görmediğim bir kız arkadaşımla buluşuyorum. Backbar‘ın bahçesinde buluşuyoruz. Uzun zamandır gitmemiştim, hala çok güzel. Çimlerin üzerine atılmış müthiş konforlu sandalyelerde oturup leziz kokteyller içerken buraya daha sık gelmeliyim diye düşünüyorum. Hatta bir gün de hafta içi aşağıdaki havuza gelip orada çalışalım diyoruz, tabii ki bu curcunada yalan oluyor.
O gün yemeğimizi Kıyıbalık‘ta yiyoruz. Manzarası şahane. Alıştığımız üzere bir sürü meze seçeneği yok burada. Yani bir meze dolabı veya tepsisinden seçim yapabileceğiniz onlarca seçenek bulunmuyor. Diğer yandan lakerdası, karidesi, asma yaprağında balığı muazzam lezzetli. Çok uzun zamandır bu kadar iyi bir lakerda yememiştim. Benim açımdan tek dezavantajı, sigara içmek için kapıya çıkmanız gerekiyor. O kadar güzel lakerda rakıyla birleşmişken onları bırakıp kapıya gitmeyi ben sevmedim.
Sonra Berk Yunanistan’dan, Anisa Hollanda’dan geliyor ve bizim Guatemala ekibi tam kadro İstanbul’da toplanıyor. Yemek için Galataport Muutto‘ya gidiyoruz. Nedense İstanbullular arasında Galataport’a turistik diye burun kıvırıp sevmemek zorunluymuş gibi bir tavır var ama ben gayet seviyorum Galataport’u. Manzarası şahane, mekanları güzel, püfür püfür esiyor. Ve arkadaşlarımdan, şirket misafirlerime kimi buraya götürsem vuruluyorlar. Moda’daki şubesinde alkol yokken, buradaki şubesinde alkol olması da bir avantaj – çünkü bence Muutto’nun yemekleri kesinlikle yanına bir rakı veya bira istiyor.
Yemekten sonra Vakkorama Sail Loft‘a geçiyoruz. Burada ben gitmeyeli tuhaf uygulamalar başlamış, eskiden neresi boşsa oturduğumuz dönemler bitmiş, mekan bomboşken bile bir minderli yere oturmak için 30.000TL içki kotası şartı olduğunu söylediler mesela. Bunu sevmedim, yine de müziğiyle manzarasıyla ambiansıyla hala güzel mekan.

Bir cuma akşamımızı da Monkey’de gün batım kokteyllerimizi içtikten sonra, Hodan‘da yemek yiyerek kapatıyoruz. Hodan da bizim sıkça gittiğimiz ve sevdiğimiz yerlerden. Geleneksel lezzetlere abartılı olmayan minik dokunuşlarla çok lezzetli şeyler yapıyorlar. Kızarmış enginar, içli köfte ve acılı çikolata ile servis edilen dondurmaya bayıldım bu sefer.
Hodan’ın üst katında adını bilmediğimiz bir bar var – eskiden Cezayir’di orası hala öyle mi bilmiyorum. Zamanda ışınlanıp eski zamanlardaki Arjantin filmlerinin içine ışınlanmışsınız gibi hissettiriyor. İçeride kadınlar erkekler tangolar salsalar yapıyor, upuzun barında içkiler servis ediliyor. Şiddetle tavsiye ederim.
Sonra da sokağa taşan kalabalığına karşı koyamayıp Tavern‘e geçiyoruz. İstanbul’da gördüğüm en çarpıcı, en sıra dışı, en alternatif kitle burada. Herkesin birbirine çok benzediği bu dönemde, buradaki kalabalığa bayılıyoruz.


Haftasonu da Burgazada’ya gidiyoruz. Burgaz’a gitmişken tabii ki tepede Kalpazankaya‘da yemek yemeye niyetliyiz. Ancak tamamen dolular, hatta yedek listeleri de dolu. Ama bu harika bir şeye vesile oluyor, hemen alt alanındaki büfeyi keşfediyoruz. Burası ahşap masalar sandalyeler atılmış, bira ve patates kızartması servis eden salaş bir yer. Etrafta insanlar denize giriyor. Müthiş samimi, müthiş keyifli. Orada keyifle güneşi batırdıktan sonra Kalpazankaya’da yemeğe oturuyoruz.
Aslında Kalpazankaya üzerine Cennet Bahçesi’ne veya Secular‘e geçmeyi seviyorum ben. Özellikle Secular’ın pazar programları çok güzel oluyor genelde. Ancak sohbetimiz uzun ve keyifli akıyor, orada kapatıyoruz geceyi.

Pazar günü geç bir kahvaltı için Nişantaşı Develi‘ye götürüyorum onları. Gavurdağı salatalı, çiğ köfteli, rakılı bir kahvaltı yapıyoruz. Ben Nişantaşı Develi’yi oldukça seviyorum, canım memleket tatları çektikçe. Oradan Anisa’yı havalimanına uğurluyoruz. Ertesi gün de aynı evde yaşamaya oldukça alıştığım, ben çalışırken bana müthiş özenli kahveler yaptığı için “Evime barista aldım.” diye takıldığım Jorge’yi yepyeni uzun ve uzak bir maceraya uğurluyorum.
Böylelikle ben de İstanbul’un sağlam bir tozunu attırmış ve kurtlarını dökmüş olarak bu seneki hızlı İstanbul sezonumu kapatıyorum.
Lezzetle kalın!

“El Salvador’dan Misafirimiz Geldi Bahanesiyle İstanbul fethi / İstanbul’dan Tavsiyeler ve Notlar” üzerine 2 yorum