Adana’da liseden arkadaşım olan ve sonraki yıllarda da denk geldikçe birlikte çok keyifli vakit geçirdiğim Başak, eniştem Egemen ile birlikte Hollanda’ya taşınmadan hemen önce, birlikte Teşvikiye’de Grandma’da bir kahvaltı yapmıştık ve birlikte Amsterdam’da bir festivalde buluşmaya sözleşmiştik. İki yıl önceydi.
Bir şekilde niyeti içtenlikle ortaya konulan, hayal edilen her şeyin bir zaman bir şekilde gerçekleştiğine içtenlikle inanıyorum ben. İstemek ve hayal etmek, fakat zorlamamak lazım; akışında ve zamanında, her şeyin inanılmaz denk gelip su gibi aktığı bir şekilde gerçekleşiyorlar.

Tam böyle oldu, Başak bana Awakenings Festival‘in line-up’ını yolladı. Adriatique’in adını listede gördüğüm zaman içimden güldüm. Daha önce Mısır’da Cercle için çalacakları zaman biletimiz vardı gidememiştik – ki ben o sete hala bayılıyorum. Sonra Hırvatistan’daki Agartha’da çalıyorlardı – yine biletimiz vardı, bir sürü aksilik sonucu gidememiştik. Şeytanın bacağını kırma ve Adriatique dinleme zamanım gelmişti. Ayrıca aynı gün Tale of Us da çalıyordu. Bunu kaçıramazdım. Üstelik de başka hiç bir planım olmayan bir tarihteydi. Tek yön uçak biletimi ve festival biletimi aldım, sonra diğer curcunalarım ve seyahatlerim arasında koşturmaya devam ettim.

Çok enteresan bir kesişimle ilkokul arkadaşım Cömert, lise arkadaşım Başak ve birlikte çok seyahat ettiğim Berk, üçü de Amsterdam’da yaşıyor.
Onlara güvenerek ben başka hiç bir şey düşünmedim ve ayarlamadım bile, festivali de Amsterdam’da sanıyordum. Gitmeden sadece birkaç gün önce festivalin Amsterdam’da değil, Hilvarenbeek’te olduğunu şaşkınlıkla fark ettiğimde daha önce Hollanda’da yaşamış Jorge’ye “Where the fuck is Hilvarenbeek?” diye sorup, sonra aslında Amsterdam’a oldukça uzak bir nokta olduğunu öğrendiğimde bunun bile üzerinde durmadım.
Zaten Amsterdam uçuşumdan önceki günler de iş açısından çok yoğun günlerimdi, hatta uçuşumu bir gün ertelemek zorunda kaldım. Sonunda bir kabin boy bagajla kendimi havalimanına attığımda, Cömert’ten kendimi havalimanında crop ve jean şort ile paylaştığım instagram story’e yorum geldi: “Sen sanırım Amsterdam’dan vazgeçtin İbiza’ya gidiyorsun. Çünkü burası soğuk ve yağmurlu.”
Havalimanına indiğim anda da Berk yazdı: “Sen Hollandalı bir sevgili filan mı yaptın? Hiç bizden bir şey istemedin konaklama için, nerede kalacaksın?” diye soruyordu. “Bu kadar çok arkadaşımın yaşadığı şehirde bunu düşünecek değilim.” diyerek güldüm.
Gerçekten İzmir’e uçuyormuş gibi bir rahatlıkla, hiçbir şeyi araştırmadan ve ayarlamadan Amsterdam’a uçtum.
Pasaport kontroldeki yakışıklı adam -ki bence Hollanda pasaport kontrol çalışanları kesinlikle yakışıklılık rekorunu elinde tutuyor – “Nerede kalacaksın? Ne zaman döneceksin?” diye sorduğunda, cilveli cilveli “Festivale geldim, belli olmaz.” diye cevap verdim. Kahkaha atıp bana iyi eğlenceler dileyerek pasaportumu damgaladı.

Havalimanından gerçekten kesinlikle yaz olmayan soğuk ve yağmurlu bir havaya çıktım. Sonra Başaklar’ın evine gittim. Amsterdam günlerim boyunca da onlarda kaldım, o kadar tatlı o kadar keyifli ev sahipleri oldular ki bana. ❤ Dışarıda gezmediğimiz zamanlarda da evde çok keyifli, kahkahalı, güzel sohbetli zamanlar geçirdik.
Bunun dışında kalan zamanlarda da Amsterdam’da aynı masada ilkokul dönemimden, lise dönemimden ve üniversite dönemimden tanıdığım arkadaşlarımla birlikte oturmak muazzam güzel ve matrak bir histi. Daha da komiği oldu, daha önce Panama’da bir roof top’ta tanıştığım bir arkadaşımızın da festival için Hollanda’ya geldiğini öğrendim. Dünya gerçekten çok küçülüyor bizler için ve ben buna bayılıyorum!
Benim için Amsterdam keşfetme odağından ziyade, uzun zamandır görüşmediğim arkadaşlarımla vakti geçirme seyahatiydi. Yine de festivale kadar olan günlerde bir sürü güzel mekanda bulunduk.

Hoppe, bizim erkeklerin ‘çok turistik’ diye burun kıvırdıkları bir yer oldu, ama metrekare başına en çok yakışıklı erkek düşen mekan burası. Onlara karşı prosecco içmek için harika bir mekan. Cafe de Dokter, yüz yıllık bir bar, antika dükkanının içinde gibi hissettiriyor. Amsterdam’a gelmişken buranın cini jenever içmemek olmaz, Wynand Fockink bunun için bir çok çeşit içeren güzel bir adres. Nieuw Amsterdam, benim ortamını ve atmosferini en çok sevdiğim yerlerden oldu.


Yemek için Tayland’da yediklerimden daha lezzetli pad thai yapan Ocha Thai Restorant, Türk çok matrak bir sahibi olan ve tıka basa çok iyi ete doyacağınız Mi Sueno, sadece patates kızartması yapan ve onu da çok iyi yapan Fabel ve benim en favorim olan oyster’larına doyamadığım Sea Food Bar bu gidişimde keşfettiğim mekanlar oldu.


Tatlı için tazecik dökülen churro ve kışkırtıcı hamurişleri için Rene’s, aşırı lezzetli minicik tartlar satan Petit Gateau çok iyiydi. Değişik bir şeyler denemek isterseniz de pancar kakaosu ile hazırlanan latte için Cafecito aklınızda bulunsun. Ki bu pancar kakaosu yeni bir trend sanırım, Türkiye’de henüz hiç denk gelmedim, ancak Cluj’daki menülerde de yerini almıştı.

Gelelim festivale… Ormanın içinde konumlanmış Awakenings Festival alanı, gerçekten çok iyi organize edilmişti. Girişler, lockerlar, yemek alanları… Uzun zamandır pek çok festivale giden biri olarak, en cool görünen festival kitlesinin de burada olduğunu söyleyebilirim.

Özellikle +50 yaşında, o kadar iyi görünen, o kadar güzel giyinmiş, o kadar tatlı eğlenen kitleyi ben başka hiçbir festivalde görmedim. Dolayısıyla çoğu festivalde olduğu gibi “bir grup teenage delirirken onların arasında eğleniyorsunuz.” hissini kesinlikle vermiyordu bu festival. Bizimkilerin söylediğine göre bu Hollanda’da gittikleri bütün festivaller için geçerli. Sırf bu bile Hollanda festivallerini radara almak için iyi bir sebep olabilir.

Diğer yandan festival kitlesinin boyu çok ama çok uzun! Daha önce hiç bu kadar uzun boylu bir kitlenin arasında dans etmemiştim ben. Hani festivallerde bir iki tane ortalıkta göze batan çok uzun adam olur ya, burada herkes onlardandı. Neyse ki sahnenin en önlerine geçmemize alan açtılar ve her performansı oldukça önden izleme şansını yakaladık.

Bu festivalin keşfi Chris Stussy oldu – daha önce hiç dinlememiştik. Tesadüfen keşfettik ve o kadar iyiydi ki – bu festivalin misyonu Adriatique dinleyememek konusunda bana şeytanın bacağını kırdırmak olmasına rağmen Adriatique başladıktan sonra da biz Chris Stussy’nin çaldığı sahnede kalmaya devam ettik. Onun performansı bitmeseydi ben yine bu festivalden de Adriatique dinleyemeden dönecektim neredeyse!
Ve sonra Adriatique ve Tale of Us inanılmaz iyiydi, gerçekten çok dans ettik, çok eğlendik. Hala o gecenin etkisi altında ve o festival anlarımızı anarak “if i told you once, i told you twice” diye mırıldanarak ortalıkta gezdiğim çok oluyor benim. ❤
Amsterdam beni sadece hava açısından üzdü, gerçekten orada geçirdiğim günler boyunca buz gibi bir sonbahar havası vardı. Tam güneş çıktı diye heyecanlanıp dışarıda oturduğumuz her an hemen şiddetli bir rüzgar verdi. Zaten de Amsterdam’dan İstanbul’a gerçekten hasta döndüm ben. Ama bir sorun değdi mi: Sonuna kadar!

Sevdiğiniz arkadaşlarınızla kahkahalı sofralarda buluşarak ve harika performanslarda dans ederek kalın!

“Amsterdam ve Awakenings Festival” üzerine 3 yorum