Untold Festival, bu sene büyük bir çıkış yaparak Avrupa’nın en iyi festivalleri listelerinde ilk üçü zorlamaya başladı. Gitmeye değer mi? Birçok elektronik müzik festivaline gitmiş biri olarak rahatlıkla şunu söyleyebilirim: Kesinlikle.
Zengin line-up’ı, gördüğüm en uygun fiyatlı alkol seçenekleri, festival lokasyonunun Cluj şehrinin göbeğinde olması, genel atmosferi ve katılımcı kitlesiyle çok iyi tercihlerden biri olabilir.
Hatta gözüm kapalı şunu söyleyebilirim ki; Türkiye’de artık tek bir kişinin performans gösterdiği etkinliklerin fiyatlarını, o etkinliklerde içtiğiniz alkole ödediğimiz ücretleri ve etkinlik genel kitlesinin malesef sürekli önden arkaya arkadan öne yer değiştirip dans etmemize asla izin vermediğini göz önünde bulundurunca; ben Türkiye’de yapılan etkinliklere gitmeyi çok manasız bulmaya başladım.
Untold’a gitmeyi düşünenler için, gitmeden önce işe yarayacak hap bilgilerle karşınızdayım. Bu arada seneyenin biletleri satışa şimdiden çıktı, aklınızın bir kenarında bulunsun.
1- Etkinlik Cluj’da yapılıyor. Türkiye’den Cluj’a direkt uçuşlar yalnızca haftanın bazı günlerinde var. Türkiye’den Bükreş’e çok uygun fiyatlara uçak bileti alabiliyorsunuz, ancak Bükreş’ten Cluj’a uçak bileti almakta geç kalırsanız o bilet fiyatları çok yükseliyor. Trenle gitmeye niyetlenirseniz yolculuk kağıt üzerinde 10 saat gibi görünse de aslında gerçekte çok daha uzun sürüyor ve trenler gerçekten konforsuz. Ayrıca festival döneminde de tren biletleri tamamen bitmiş oluyor. Yani benim gibi “Romanya’ya gideyim, festival alanına elbette bir şekilde ulaşırım.” genişliğinde olmayın, Cluj ulaşımınızı önceden ayarlayın.
2- Festival şehrin göbeğinde merkez parkta yapılıyor. Festivale gidecekseniz mutlaka şehir merkezinde konaklayın. Hatta daha güzeli Raddison Otel’in kapısı doğrudan festivalin içine açılıyor. Orada kalmak müthiş olur.
3- Festival boyunca toplam 8 sahne kuruluyor ve bu sahnelerin tamamında akşamüstünden sabaha kadar aralıksız birbirinden farklı tarzlarda performanslar sergileniyor. Dolayısıyla Untold sadece elektronik ve techno severler için değil, herkes için bir müzik festivali. Mutlaka zevkinize göre bir şeyler bulabilirsiniz.
Ayrıca bu güne kadar gittiğim bütün festivallerde, sahneler ve sahnelerin dışında bir yemek alanı oluyordu. Untold size dev bir alanda bir eğlence parkı sunuyor. Sahneler ve yemek alanlarının dışında, bir sürü bar ve etkinlik alanı da var. Hatta bu festivalin yapıldığı yer şehrin içinde bir park olduğu için, festival olayan dönemde de açık olan, gayet şık masalı, sandalyeli kaliteli restoranlar da festival alanının içinde kalıyor.
4- Organizasyon müthiş. Online olarak bilekliğinize para yükleyebiliyorsunuz, içki ve tuvalet için hiçbir zaman çok uzun sıralar beklemiyorsunuz. Hatta çok büyük sahnelerde, gerekli her noktaya pek çok güvenlik koyarak, giriş ve çıkışları farklı yerden yaptılar ve bütün o kalabalığa rağmen hiçbir zaman izdiham ve kaos oluşmadı.
(İstanbul’da bu etkinlikten hemen sonra gittiğim, Tershane’deki Keinemusik etkinliğinde asla ilerlemeyen ve saatler süren içki sıralarında Untold organizasyonuna bir kere daha “Helal olsun be size, bizim organizasyonlar sizin yönettiğiniz kalabalığın 1/100’ü ile bile başa çıkamıyor.” dedim.

5- Benim festivaldeki en favori sahnem, ormanın içinde, toprağın üzerinde dans edilen, her zaman dans etmek için alanın olduğu ve çok iyi DJ’lerin çaldığı bir sahne olan Daydreaming Stage oldu. Ana sahne elbette en çok şov yapılan, fişeklerin patladığı, ışık şovların olduğu, en ünlü isimlerin çıktığı sahneydi. Burası biraz Tomorrowland çakması kıvamındaydı. Setler arasındaki o spiritüel anonslar buram buram Tomorrowland kokuyordu. Ancak Tomorrowland’in sahne konusunda eline su dökebilen bir festival henüz görmedim. Onun sahnesinin yanında, Untold’un ana sahnesi bile karton oyuncak sahne gibiydi.
Bu konuda Tomorrowland gerçekten bambaşka bir seviyede. İşin şov kısmına meraklıysanız, bunun kitabını Tomorrowland yazıyor ve ona yetişen başka bir festival ben bugüne kadar görmedim.
Bir de Galaxy Stage vardı, çok iyi performanslar oluyordu burada, ancak kapalı bir alan olarak hazırlanmasının en büyük hata olduğunu düşünüyorum – havalar bu kadar güzelken.

Festival inzivamdan maksimum verimi aldığım noktada, başıma harika bir sürpriz geliyor: Bir zamanlar M&A projelerinde birlikte çalıştığım iş arkadaşım olan, sonraki yıllarda komşuluk maceramızda her kesiştiğimizde çok keyifli vakit geçirdiğim Berk, “Cluj’a indim az önce. Önemli bir görüşmem var yarın.” diye mesaj atıyor. Onunla buluştuğumuzda kahkahalarla gülmeye başlıyorum, yeryüzünde bizden başka tesadüfen aynı tarihte Cluj’da olabilecek kaç insan vardır ki?
Tabii ki bir araya gelmişken, üstelik de Cluj’da harika bir etkinlikte bir araya gelmişken şımarıyoruz. Daha festivale gitmeden önce bir şişe viskiyi shot yapıyoruz, ana sahneye girdiğimiz anda “Enerjiniz muhteşem.” diyen tatlı insanlarla kaynaşıyoruz, Mahmut Orhan’ın şarkılarına avaz avaz eşlik ediyoruz. Sonra benim favori sahneme geçiyoruz, ki benim sahnemin de line-up’ı harika o gece. Orada Stavroz, Satori, Jan Blomqwist dinliyoruz. Keyfimiz müthiş yerinde. Sonra ben Fisher’e göz atmak istiyorum, dans ederken Berk’e “Fisher’e bakalım mı?” diye sesleniyorum. “Bekle!” diyor bana.
O sırada orada dans ederken tanıştığım, çok güzel gülümseyen yakışıklı elini uzatıyor bana “Tut elimi, gel benle.” diyor. Hiç ikiletmiyorum. Orada elimden tutuyor, sonra da zaten hiç bırakmayacak kadar çok eğleniyorum onunla. Sahneler arasında mekik dokuyoruz, merdivenlerden inerken tak diye beni omuzuna alıyor, sahneler arasında yollarda dans ediyoruz, birbirimize kocaman gülümsüyoruz, çok eğleniyoruz, muziplikler paylaşıyoruz.
Gün doğarken, benim orada bıraktığım sweatshirtumu bulmak için Daydreaming Stage’e dönüyoruz, geriye bir sahne kalmamış, her şey toplanmış. Oradaki minderlerden birinin üzerine uzanıyoruz, onun göğsünde yatarken şarjım yok, Berk nerede hiçbir fikrim yok ve birkaç saat sonra Bükreş’e giden bir trenim var. Diğer yandan keyfim o kadar yerinde ki o anda, hepsini boşverip o festival sonu sabahının keyfini çıkartıyorum.
Sonra Berk beni buluyor, onunla birlikte sabah saatlerinde kikirdeşerek eve dönüyoruz. Ben kendime bir kahve yapıyorum ve sonra hiç yatmadan ve uyumadan, bütün eve saçılmış eşyalarımı toplayıp, o sırada uyuyan Berk ile kendi kendime bir monologla “Bir daha dünyanın saçma bir yerinde kesişene kadar kendine dikkat et.” diyerek vedalaşıyor ve evden çıkıp Uber’e binip Bükreş trenimi yakalıyorum.
Bir önceki trene yer bulamıştım, “İyi ki de bulamamışım.” diye düşünüyorum. Trene bindiğim gibi sızıyorum. Hiç uyumadan trene binmek de tesadüfen çok doğru bir seçim olmuş; çünkü tren sıcak, yiyecek ve içecek bir şey alınabilecek hiçbir yer yok. Aç, susuz ve sıcakta 12 saatlik bir yolculuk, ancak böyle baygın çekilirdi.
Bu sefalatten sonra, tren istasyonuna ayak bastığım gibi bütün senaryo değişiyor. Yıllar önce Cihangir’den komşum olan, o yıllarda birlikte çok güzel paylaşımlar yaptığım sevgili Çağkan artık Bükreş’te yaşıyor ve beni tren istasyonundan almaya geliyor. Üstelik de trendeki aç sussuz saatlerimi bile düşünmüş, yolluk bira ve çerezden oluşan bir paket hazırlamış olarak. Hayat zevki olan insan farkı diye bir şey gerçekten var.

O andan itibaren onun “40 yaş erasmusu yaşıyorum burada.” diye müthiş biçimde özetlediği hayatını deneyimlemeye başlıyorum. Günlerden salı olmasına rağmen, sokakların cıvıl cıvıl ve mekanların gayet güzel olduğu bir Bükreş ile karşılaşıyorum. Bir Meksika restoranında martgaritalarımızı içerek başlıyoruz, sokakta ayaküstü leziz bir pizza yiyoruz, antika bir banka kasasının içinden girilen şahane konseptli bir bara göz atıyoruz, sonra “closer to the moon” isimli bir roofbar’da kokteyllerimizi yudumluyoruz, oradan da tab’lerden negroni akan Aperitivo Bar‘a geçiyoruz.

Görüşmediğimiz zamanlarda konuşulacak çok şey birikmiş olduğundan muhabbetimiz keyifle akıyor, muhabbet aktıkça bardaklar yeniden doluyor. Salı günleri Teşvikiye bile bu kadar hareketli olmuyor artık, Bükreş’in bu canlılığına bayılıyorum.

Ertesi gün onun harika evini ofisim yapıyorum. Civarda şahane bir havuz içinde barlar olan bir konseptten bahsediyor, oraya gitmek var aklımızda; ancak benim işlerim uzadığı için ona geç kalıyoruz. “Parka gidelim.” diyor, gidiyoruz. Park dediğimiz Parc Herastrau, hiç park denildiğinde aklımıza gelen şey değil. Kocaman bir yapay gölün etrafında her tarzdan mekanlarla dolu bir alan. Oldukça şık ve etkileyici dekorasyonlu lüks restoranlardan, sempatik cafelere, surfer konseptli barlara kadar yok yok.


Güzel bir kahvaltı yapıyoruz, ormanın içinde biraz yürüyoruz, keyifli bir barda yolluk birer bira içiyoruz ve buraya bayılıyorum. Bir hafta Bükreş’te kalsam, sadece burada her gün burada birbirinden başka tarzlarda günler geçirebilirim.

Bunu Bükreş keşfi olarak saymıyorum – çünkü Bükreş’te düşündüğümden çok ama çok daha fazla keşfedilecek ve yapılacak şey varmış- festival sonrasını bir de çok özlediğim biriyle keyifli vakitlerle taçlandırmış olarak İstanbul’a dönüş uçağıma biniyorum.
Romanya bir kere daha bana çok iyi geliyor. ❤

“Fiyat Performans Olarak Kaçırılmaması Gereken Bir Festival: Untold / Ve benim tekil günlerden sonraki çoğul günlerim” üzerine 2 yorum