Amerika’ya gitmeden önce, her seyahatimin öncesinde olduğu gibi çılgın yoğun çalıştığım bir hafta geçiriyorum. Üstelik bu kez, gittikten sonra bir hafta kadar internetim olmayacağı için “Geri kalanları da orada hallederim.” diyemiyorum. Sabahın köründe havalimanında bira ve patates kızartması ile kahvaltı ederken de geri kalan son birkaç işe dokunuş yapıyor ve Türk Havayolları’nın İstanbul – San Francisco uçağına biniyorum.
Kontrollerden geçerken kalacağım adres sorulduğunda: “Black Rock City” diye cevap veriyorum, açık adresi sorulduğunda, “Nevada’da çölün ortası, açık bir adresi yok, Burning Man festivaline gidiyorum.” diyorum gülerek. Gerçekten bu çılgınlığı yaptığımın ilk defa gerçekten farkına orada o anda varıyorum.
Uykusuzluğun dibine vurduğum bir aşamada olduğum ve uçakta beni ayık kalmaya motive edecek tek bir tane yakışıklı yolcu bulunmadığı için, koltuğuma oturduğum gibi uyku gözlüklerimi takıp uyuyorum. Upuzun bir yolculuk sonrası havalimanındaki bantın başında umutsuz ve çaresiz gözlerle valizimi bekliyorum. Ve valizim kayıp! Bir hafta boyunca giymeyi planladığım her kıyafet o valizin içinde. O sırada erkek kardeşim ile mesajlaşıyoruz, Amazon’dan onun evine sipariş verdiğim çadırın da teslim edilmediğini öğreniyorum.

“Hello Burning Man sana geliyorum ve hiçbir şeyim yok.” diye mırıldanıp gülüyorum. Daha önce yine bir festivalde dans ederken kendime verdiğim sözü hatırlıyorum: “Bir şeyler ters gittiğinde bile onların maceranın bir parçası olduğunu unutma ve keyfini çıkart.”
Ki tuhaf biçimde hayatın böyle bir çalışma prensibi var, tam ben “Amaaan en kötüsü ne olacak Sezen ya, Reno’ya doğru yola biraz daha geç çıkarsınız ve gidip çılgınlar gibi alışveriş yaparsın.” dediğim sırada valizim bulunuyor. ❤
Havalimanından çıkıyorum, erkek kardeşim bize Burning Man için dev bir Wagooner SUV kiralamış. Valizlerimi arkaya atarken “Ben bunun içinde uyurum.” diye düşünüyorum. Neredeyse benim evdeki kıyafet odam kadar geniş arkası. Memo benimle “Burning Man’e çadırsız gelemezsin Sezen!” diye kahkahalar atarak dalga geçiyor.

Havalimanına en yakın Rei’ye uğruyoruz. Kamp malzemeleri ve teknik kıyafetlerin hem estetik hem de fonksiyonel olabileceğini bana öğreten marka. Yıllar önce Montana’daki Rei’den bir yağmurluk almıştım, aradan geçen senelerde hiç eskimedi, üzerimden kova ile su dökülse gram su geçirmiyor ve o kadar şık ki herkes markasını Celine sanıyor.
Çadır, kafa lambası gibi temel bazı ihtiyaçların yanı sıra, ben kendimi tutamadığım için biraz da o kadar gerekli olmayan aksesuarlar satın aldıktan sonra, Memo’nun evine gidiyoruz. Bisikletlerimizi ve Memo’nun bizim için hazırladığı gerekli eşyaları yüklüyoruz arabaya ve Reno’ya doğru yola çıkıyoruz.
San Francisco, sanırım Amerika’da şimdiye kadar en çok gittiğim şehir oldu. İlk defa, Los Angeles’ta work&travel yaptığımız dönemde birkaç günlüğüne gitmiştim, daha sonra “bu sefer çok başka” dediğim adamların peşinden gittim ve en sonunda da erkek kardeşim oraya taşındı. San Francisco gezme tozma yazıları isterseniz buradan eski yazılara buyurun – çünkü bu sefer San Francisco gezip tozduğum bir yer değil, sadece erkek kardeşimle buluşma ve alışveriş yapma noktamızdan ibaret oluyor.


Reno’ya doğru giderken Amerika’da uzun yol yaparken olmazsa olmaz olarak In-N-Out’ta bir yemek molası veriyoruz ve oradan bütün market alışverişimizi yapıyoruz. Ben bunun içinde uyurum, dediğim Wagonner, benim ayak altım da dahil olmak üzere tıka basa doluyor. Konserveler, kutu kokteyller, kolay bozulmayacak yiyecekler, şampuan, nemlendirici, ekmek ve en çok su galonlarca su alıyoruz. (Ara Not: Dolayısıyla Burning Man, İstanbul’dan bir kaç tane valiz hazırlayıp gidilebilecek bir festival değil arkadaşlar, bunun için bir rehber yazı ayrıca yazacağım.)
Planlarımıza göre Reno’da bir gece kalacağız, ertesi gün bizim kampın eşya yükleme faslı için diğer kamp arkadaşlarımızla buluşacak ve sonra hep birlikte Burning Man’e gideceğiz.
Bu planın gerçekleşmeyeceğini o sırada bilmiyorum tabii ki.

O akşam planlarımıza uygun biçimde güzel bir akşam yemeği yiyoruz, otelimizin kumarhanesinde takılıyoruz. Uzun bir süre konforlu bir duşa erişimimiz olmayacağı için saatlerce duşun keyfini çıkartıyor ve otelimizden check-out yapıyoruz.


Kamp ekibiyle buluşma saatimiz olan 16:00’ya kadar Reno’da geziniyoruz. Minik bir Las Vegas gibi Reno. Sonra -yeniden geri dönmek zorunda kalacağımızı bilmeden- Reno’dan ayrılıyoruz.
Ben elimde kokteylim ve saçlarımı rengarenk eklentilerle örmüş olarak gidiyorum, kamp arkadaşlarımızla buluşacağımız depoya. Ve o sırada henüz, bunun birkaç saat orada takılacağımız bir ön buluşma olacağını sanıyorum. İlk ters köşeyi orada yaşıyorum.
Deponun içindeki eşyaların kamp kamyonumuza taşıyacağımızı biliyordum, ama “eşyalar”ın kapsamının buz dolabından, art car parçalarına uzanan bir çeşitlilikte olduğunu ve resmen bir ev taşımak kadar çok sayıda eşya olabileceğini hiç düşünmemiştim.
Kamp arkadaşım olan bir kadının kamyonu sürdüğünü görünce, ben de koktel kutumu sakince elimden bırakıp yüklemeye yardım etmeye başlıyorum. O gün çok uzun saatler boyunca, topluca eşya yüklüyoruz kamyona.
Gün bittiğinde leş gibiyiz ve perişanız.

Artık çok geç bir saat olunca, Memo ile “Acaba bu gece yerine yarın sabah mı gitsek Black Rock City’e?” fikri aklımızdan geçiyor ve ben ne olur ne olmaz booking’ten yine bir Reno oteline rezervasyon yapıyorum. Oradaki işimiz bitince biz gerisingeriye Reno’ya dönüyor, otelimize giriş yapıyor ve “Bir gece daha cam tabakta akşam yemeği yiyip, bir gece daha konforlu duş alacağız.” diye takılıyoruz birbirimize.

Akşam yemeğimizi yerken yağmur sebebiyle Black Rock City’e girişlerin kapandığını, San Francisco’dan doğrudan Black Rock City’e geçmeyi planlayanların Reno’da bir gece geçirmek zorunda kaldığını ve Reno’dan ayrılmayı planlayanların ayrılamadığını öğreniyoruz. Reno bu kadar kişilik kapasiteye sahip olmadığından da, bütün otellerin dolduğunu, bir sürü kişinin de otelsiz kalakaldığını öğreniyoruz.
Memo’nun yakın arkadaşlarından ve bizimle Burning Man’de aynı kampta kalacakları için kamp arkadaşlarımız olacak iki kişi de böyle otel ayarlayamayıp açıkta kalanlardan. “Hadi gelin bizim otele, gece birlikte uyuruz.” diyoruz onlara.
Böylelikle biz bir otel odasında dört kişi uyuyoruz, sabah hep birlikte kahvaltı ediyoruz. Bir nevi ön bir kamp deneyimini biz bir otel odasında yaşıyoruz. Onlarla San Francisco’da bir akşam yemeğinde veya bir etkinlikte tanışmış olsaydım bu kadar çok şey paylaşmamız ve bu kadar hızlı ve tuhaf bir yakınlık kurmamız pek mümkün olmazdı. Sabah Madi ile aynı banyoda dişlerimizi fırçalarken dedikodu yapıyoruz, Saurav ben kahve içerken elinde iki shot Baileys ile gelip kahveme ekliyor. O andan itibaren bal gibi biliyorum ki, Saurav ile çok iyi anlaşacağız.

Ve bu sırada Black Rock City’nin kapılarının ne zaman açılacağını bilmiyoruz. Yağmur durmasına rağmen alan kuruyana kadar kapıların açılmayacağı bilgisi var elimizde sadece. En azından yağmurun durması olumlu bir gelişme.
Otel ve otelin kumarhanesi çok matrak, çünkü herkes Burning Man için gelip orada kalakalanlar. Herkes birbiriyle gelişmeleri teyitleşiyor, herkes birbirine orada nerede kalacağını anlatıyor, herkes festival kıyafetleriyle geziyor ortalıkta. Herkes kader arkadaşı… Çok iyi giyinmiş… Çok eğlenmeye hazır…
Okuduğum bir burgin (daha önce hiç Burning Man’e gitmemiş olanlara verilen isim. Burner & Virgin birleşimi) rehberinde “Burning Man macerası evden çıktığınız anda başlar.” yazıyordu. Onun ne demek olduğunu da o sırada anlıyorum.
Bir ara başka arkadaşlarımızın oteline ziyarete gittiğimiz anda, beklenen müjdeli haber geliyor: Kapılar açıldı!
Hep maceralarla kalın! Ve aksiliklerin macera kısmını pas geçmeden…

“Burning Man’e Maceralarla Dolu Bir Gidiş: San Francisco ve Reno” üzerine bir yorum