Burning Man Günlükleri 1 – The Build

Burning Man’in resmi başlangıç günü pazartesi günü olmasına rağmen, bizim kuruluş dönemi için erken giriş hakkımız ve biletimiz var. Ancak kapılar yağmur sebebiyle kapandığı için, çok daha önceden alana gidenler dışında (Temple’ın yapımı bir ay kadar sürüyor ve Temple yapımında gönüllü çalışanlar festival başlamadan en az bir hafta öncesinden alanda oluyor örneğin) kuruluş için bizim gibi cuma günü veya cumartesi öğleden önce giriş yapmayı planlayanlar alana giremiyor.

Kapıların açıldığı haberini alır almaz yola çıkıyoruz. Black Rock City’e yaklaştıkça ben çok heyecanlanmaya başlıyorum, çünkü yüz kilometre kadarlık yol çok enteresan. Arabanın camından dışarı baktığınızda gördüğünüz görüntü montajlanmış gibi. Ön kısımda sepia tonunda çalılardan oluşan uçsuz bucaksız arazilerin inadına arkada parlak mavi görünen dağlar var.

Ve artık toprak yoldan çöle girildiği anda, ince uzun şeritler halinde dizi dizi arabanın arasındaki yerimizi aldığımızda ben sağıma soluma bakmaya doyamaz hale geliyorum. Bütün arabalarda bisikletler asılı, sirk gibi komik pek çok araç var. Hatta dev gibi kamyonet süren dövmeli seksenli yaşlarında dövmeli bir teyze hemen bizim yanımızdaki arabada, camındaki stickerlara bakılırsa bütün Burning Man’lere katılmış şimdiye kadar.

Saatlerce o sırada yavaş yavaş ilerleyerek girişe doğru yaklaşıyoruz. Benim biletim will-call olduğu için (kargo ile gönderim yerine oradan teslim) girişten önce bu bilet teslim alanına gidip sıraya girmem gerekiyor. Pasaportumu alıp arabadan iniyorum, tam sıraya girecekken eski bir aşkımla burun burna geliyoruz. İkimiz de Amerika’da yaşamayorken, Burning Man’in will-call sırasında neredeyse çarpışarak karşılaşmamız o kadar absürd ki – birkaç saniye konuşmadan birbirimize şaşkınlıkla bakakaldıktan sonra kahkahalar atarak sarılıyoruz. “Iyi burnler!”

Biletimi teslim alıyorum, tekrar arabaya biniyorum, yine upuzun sıraya giriyoruz ve içeride arabayla sadece 5km hızla gitmeye müsade olması sebebiyle bu andan itibaren yine birkaç saat deviriyoruz kamp alanımıza gidebilmek için.

Erkek kardeşimden bu yazılarıma bir açıklama talebi geldi: Bütün bu süreçlerde direksiyonda o var ve 5km hızla gitmek -gaza dokun ayağını hemen kaldır şeklinde- gerçekten zor bir şey. Ben yan koltuk prensesiyim.

Toplamda dört saate yakın sürüyor girişimiz ancak duyduğuma göre bu hiç bir şey sayılmıyor. Burning Man’in giriş ve çıkış sıraları uzunluğuyla meşhur.

Ve bu andan itibaren telefonum yalnızca SOS mooduna geçiyor, dış dünyayla iletişimim o andan itibaren sıfırlanıyor.

Ben bir kampta kaldığımız için kamp alanına girdiğimizde doğrudan hop diye çadırlarımızı kuracağımızı ve maksimum bir saat içinde yerleşeceğimizi sanıyorum. Sonra da işte kampın yardım etmemiz gereken ıvır zıvır işlerine, paket açmalarına, eşya yerleştirmelerine filan yardım edeceğimizi…

Daha çadırlarımızı içine kuracağımız alanın bile kurulmadığını ve bizim yapacağımız işin sadece paket açmak değil, tam olarak kampı kurmak olduğunu anladığımda, güneş de ortadan kaybolduğu için dehşet soğuk bir hava başlıyor. Benim bütün o giriş sırasındaki Burning Man heyecanım uçup gidiyor, içime içime “Hassiktiiir.” diyip duruyorum.

Biraz yardım ediyorum, biraz kamp alanımız olacak çölün ortasında yerde yatan demirlere şaşkınlıkla bakıyorum, biraz üşüyorum, biraz insanlarla muhabbet ediyorum. En sonunda pes ediyorum. Arabanın anahtarını alıyorum, her şeye küsüyorum, üzerime kalın pijamamı giyiyorum, koltuğu tam yatırıyorum ve vurup kafayı uyuyorum. Saatler sonra Memo geliyor, “Hadi çadırlarımızı kurma zamanı.” diyor.

Çadır kurmak çok yetenekli olduğum bir konu değil, mesela en son Brezilya Tomorrowland’de kurduğumuz çadırı koca kamp alanında yamukluğundan tanıyorduk. Ayrıca dışarıda dondurucu soğuk bir hava var. “Ben bunu yapamayacağım.” diyorum. Herkes çadırlarını kurup yerleşirken, ben konuyla hiçbir alakam yokmuş gibi arabanın içinde uyumaya devam ediyorum.

Sabah çok keskin bir güneş ışığı ile uyanıyorum. Üzerimdeki pijamayı fırlatıp attıktan sonra, yarı çıplak halde arabanın yanına iniyorum, henüz kimsecikler uyanmamış. Bir sigara yaktığım anda, tatlı bir çocuk kamp alanına yeni giriş yapıyor, onunla ayak üstü muhabbet ediyoruz. Dışarısı ışıl ışıl parlak güneşli ve hava sıcakken hayatı daha çok seviyorum ve daha tatlı bir insanım, orası kesin. Hemen çadırımı kuruyorum, valizlerimi çadırımın içine taşıyorum, çantama su dolduruyorum ve sonra bisikletime atlıyorum. Alanı keşfetmek istiyorum.

Ve ben o güzel pembe bisikletimin üzerine binip pedal çevirmeye başladığım ilk dakikalarda orayı gerçekten sevmeye başlıyorum.

Herkes çalışıyor; bir şeyler kuruluyor, bir şeyler yerleştiriliyor, bir şeyler taşınıyor. Ama bunlar zorunluluktan değil, isteyerek yapıldığı için, inanılmaz bir özen var ve kimsenin acelesi yok, Ben yanlarından geçerken sesleniyorlar, el sallıyorlar. Daha birkaç sokak geçmişken havaya girmeye başlıyorum, bir önceki geceki domuzluğumu, resmen alanın enerjisi silip atıyor. Ben de “Good look with it.”, “Morninnnnng” diye bağıra bağıra el sallayarak gezinmeye başlıyorum.

Bir noktada birisinin selamına karşılık verirken ve önüme bakmazken oralarda duran bir art-car’a çarpacak gibi oluyorum. “Heey!” diyor biri, kafamı özür dilemek için çevirdiğimde üzerinde yalnızca kimono olan oldukça yakışıklı bir adam bana bir şampanya şişesi uzatıyor, “İster misin?” Bisikletimin üzerinden inmeden yanına gidiyorum, gülerek alıyorum şişeyi elinden, kocaman bir yudum alıyorum buz gibi leziz şampanyadan adamın güzel vücudunu keyifle izleyerek. Sonra şişeyi geri uzatıp teşekkür ediyorum. Çok güzel gülümsüyor, “Her zaman” derken.

Onu arkadamda bırakıp bisikletimle çölün derinliklerine gitmeye devam ediyorum. The Man, the Temple ve çok derinlerde olmayan birkaç sanat eserini geziyorum. Çölün ortasında bisikletimle tek başıma gezerken, herkesin herkese gülümsemesi, selam vermesi bana kendimi bir müzikalin içinde gibi hissettiriyor.

Alanın mantığını da anlıyorum. Yarım bir daire şeklinde Black Rock City; bütün kamplar, barlar, restoranlar bu yarım daire kısımda. Bütün adresler de saat şeklinde: Örneğin bizim kamp 08:15’teydi. Bu dairenin ortası çöle açılıyor ve en ortada The Man, onun arkasında The Temple var. Daha ilerisi deep playa denilen alan, yani bütün sanat eserlerinin, DJ performanslarının yapıldığı, geceleri art-carların konumlandığı alan.

Angarya işleri (bir şeyleri kurmak, inşaa etmek, tamir etmek vs) her zaman birilerine yaptırmaya alışmış olanlardanız. Burning Man alanına kurulum dönemine gitmiş olmama rağmen, bu işleri yapmaya ilişkin zihnimde bir dirençle karşılaşmıştım bir önceki gece. İsyan etmiş, her şeye küsmüş, kendimi arabaya kapatmıştım. Tuhaf bir biçimde o alanın enerjisi bunu kendiliğinden değiştiriyor. Kampa öğleden sonra geri döndüğümde herkesi hummalı bir çalışmanın içinde buluyorum. Bu sefer tam bir gönüllülükle “Nasıl yardımcı olabilirim?” diye soruyorum. Bizim kampın art-car’ının hazırlanması için yapıştırıcılarla neon ışıkları yapıştırmaya başlıyorum.

Bizim kampımız da bir önceki gece yerde yatan demirlerin hepsinin birleşmesi, brandaların takılması ile gayet güzel bir ortama dönüşüyor.

Ve o gün, orada tamamen katılımcıların emek ve çabasıyla mükemmel bir şehir kuruluyor. Şu videoyu her gördüğümde gözlerim doluyor, çünkü ben bu şehrin, bomboş bir çöle birkaç gün içinde nasıl bir özveri, neşe ve sevgiyle kurulduğunu gördüm.

Akşama doğru bizim kampta gün içinde sohbet edip çok sevdiğim New York’tan gelen iki kişi “Çıkıp biraz barlara bakmaya niyetliyiz. Bize katılır mısın?” diye soruyor. Bende de bize yakın bir yerde bir espresso martini partisi olduğu bilgisi var. “Bizimkilere de haber vereyim, burada buluşuruz on beş dakikaya?” diyorum. Anlaşıyoruz. Ben gerekli olduğunu düşündüğüm eşyalarımı (bisikletim, bisikletimin kilidi, diğer olmazsa olmaz dudak nemlendiricisi, ıslak mendil, sigara, çakmak, kül tablası olarak kullandığım şişe gibi bazı şeylerle dolu sırt çantam ile bardak termosumu) aldıktan sonra buluşacağımız noktaya gidiyorum.

Gün içinde kampta gördüğüm ancak henüz tanışmadığım bir adam da orada. “Merhaba ben Sezen.” diyorum. Kafasını kaldırıyor, çok güzel mavi gözleriyle bana çok güzel bakarak gülümsüyor ve adını söylüyor. O sırada bizimkiler de geliyor ve biz bisikletlerinin üzerinde on kişilik bir ekip olarak espresso martini partisine gidiyoruz.

Burası gerçekten ahşap barı filan olan bir bar. Kendi bardağınızı ve kimliğinizi uzatıyorsunuz ve bardağınıza espresso martini dolduruluyor. Kendi bardağınız kısmı önemli çünkü her yerde içki ücretsiz ancak bardakta servis edilmiyor. Siz bardağınızla gidiyorsunuz her yere ve bardağınız yoksa içki alamıyorsunuz.

Burning Man’e ilk defa geldiyseniz, ilk içkinizi alabilmek için barın üzerine çıkıp bir dans show yapmanız bekleniyor.

İçtiğim espresso martini şaşırtıcı derecede çok iyi. Orada birkaç espresso martini yuvarladıktan sonra, birkaç kişiyi daha almak için kampa geri dönüyoruz. Benim bisikletimin gidonunda bir problem var, biraz yerinden oynuyor (muhtemelen arabada üzerine yüklediğimiz eşyalarla biraz zarar verdik) ancak sürmeme engel olmadığı için gündem yapmadığım bir konu.

Biz kampa döndüğümüz sırada benim mavi gözlü yakışıklı bunu fark ediyor. “Beni beş dakika bekler misin?” diyerek ortadan kaybolduktan sonra bir elinde takım çantası, diğer elinde de bir şişe de soğuk proseccoyla gelip, ben getirdiği proseccodan içerken benim bisikletimi kolayca tamir ediyor. Farkındalık, yetenek, sorun çözümü, keyif düşkünlüğü, yakışıklılık bir arada. Kahramanım!

Sonra biraz daha kalabalık bir ekip olarak daha meşhur şimdi adını hatırlamadığım bir bara gidiyoruz. Bir önceki mekanda ben kimlik olarak telefonumdaki pasaport fotoğrafımı uzatmıştım, kabul etmişlerdi, burada etmiyorlar. Dolayısıyla ben içki alamıyorum, benimki “Yaşın mı yetmedi içki almaya?” diye dalga geçerek kokteylini benimle paylaşıyor. Bir yudum onun içkisinden, bir yudum kardeşimin içkisinden alırken kendimi içki alamayacak kadar genç hissediyorum.

Oradan da hep birlikte artık çölün içindeki sahnelere doğru geçiyoruz. Mayan Warrior’un yeni sahnesine aşık oluyorum. Bu sahneden daha sonra bahsedeceğim. Ve o gece normalde DJ’lik yapmayan, Mayan Warrior’un kurucusunun müthiş bir performansını dinleme şansına sahip oluyoruz. ❤ Ağzımdan sürekli olarak tek cümle çıkıyor: “Çoooook iyi!!”

Sahnenin kendisi kadar orada çalan müzik de çok iyi ancak orada içki erişimimiz yok. Böylelikle içki almak için barlara gidip bardaklarınızı doldurup, tekrar çölün ortasındaki sahneye dönüş döngümüz başlıyor. Böyle tek cümleyle söyleyince basit gibi ancak barlarla sahne arasında tek yön 30 dakika bisiklet sürüyoruz. Kum tepelerinin olduğu bazı yerlerde bisikletlerimiz kuma saplanıyor, inip bisikletimizi itmemiz gerekiyor.

Ben minicik pembe çantayla sokağa çıkmaya alışmış biri olarak bununla başa çıkamıyorum. Bardağını tam kapat sahneye dönerken içkin dökülmesin, bisiklet şifreni hatırla, kimliğini kaybetme…. Zaten bir noktada da kilidimi açmayı unutmuşken bisikleti sürmeye kalıp hep bisiklet kilidimi kırıyor hem de çölün ortasında bisiklet zincirimi attırıyorum. Yine benim yakışıklı kahramanım yardımıma koşuyor, şak diye hallediyor zincirimi.

Bir ara onu kaybediyoruz, o bizi geri buluyor. Onu gördüğüme çok seviniyorum, “Sensiz hiç güvende değilim bu çölün ortasında eğlenmeye çalışırken” diyorum. “Ama bugünlük bu kadar, daha fazla bozmayacağım bisikletimi, hadi eğlenelim. “diyorum. Kahkaha atıyor, “Bugünlük mü?”

Mayan Warrior sahnesi ve bir sürü bar arasında mekik dokuduğumuz bir gecenin sonunda, oldukça geç bir saatte hep birlikte geri dönüyoruz kampa. Bir kısmımız anında yok oluyor. O geceyi bizle geçirmemiş ama kampa bizle aynı anda geri dönen bir arkadaşımızla ayak üstü laflamaya başlıyoruz. O sahnelere bizden daha hakim, bazı DJ’lerin saat kaçta nerede çaldıkları bilgilerini veriyor. Ayaküstü sohbetten sonra, ben de çadırıma gitmek için ayrılacakken, kahramanıma bir kere daha çok teşekkür ediyorum.

Sarılıyor bana, beş saniye sürmesi gereken sarılma sanırım yarım saatten uzun sürüyor. Sımsıkı birbirimize sarılmış ve bırakamaz halde öylece duruyoruz kampın ortasında. Sonra gülümseyerek birbirimize bakıyoruz.

“Uyuyacak mısın?” diye soruyor bana. “Hem çadıra çok alışkın değilim, hem de hava benim için fazla soğuk emin değilim ama yorgunum.” diyorum, “Gel benimle.” diyerek elimden tutuyor. Beni pofidik minderlerle dolu kocaman bir çadıra götürüyor, sımsıkı sarılıyor, “Ben seni ısıtırım.”

Allahım nasıl bir sevap işledim ben bu neyin ödülü diye düşünüyorum onun ipek gömleğinin müthiş dokusunu hissederek göğsünde yatarken, kolları beni sarmalamış, saçlarım okşanırken, arada kafamı kaldırdığımda onunla göz göze gelip kocaman gülümserken ve kesinlikle üşümezken. O sırada uzaktan sesi gelen korkunç kötü karaoke bile o kadar kötü gelmiyor bize, kahkahalarımızı birbirimizin ağzının içine atarak, sımsıkı sarılmış halde Burning Man’deki kuruluşun son gününü kapatıyor, güneşi doğuruyoruz.

Güneşin ilk ışıklarıyla çadırıma uykusuzluk ve yorgunluktan ölmek üzere geri dönerken kendi kendime mırıldanıyorum: “Playa sana istediğini değil ama hep ihtiyacın olanı verir dedikleri buysa, ben bana ilk gün en zorlandığım iki konuda (bisikletimdeki arızalar ve soğuk hava) bütün dertlerimi çözen bir yakışıklı verdiğin için çok teşekkür ederim.”

Yorum bırakın