Burnıng Man Günlükleri -4: New Yorker Kahvaltı, Çölde Filarmoni Orkestrası, Sevgi Küpümüz ve İlk Gün Doğumum

Festivalin üçüncü gününün, kuruluş dönemiyle birlikte benim Black Rock City’deki dördüncü günümün sabahında “Tamam ya ben çözdüm burayı. Düzenim de oturdu.” diye düşünerek çadırımdan çıkıyorum. Aslında o güne kadar delice bisiklet sürüp oradan oraya gitmeme rağmen festival alanının yarısından fazlasını görmemiş durumdayım. Ve o sırada farkında olmadığım ancak şimdi dönüp geriye baktığımda bildiğim bir gerçek var – ki bu Burning Man deneyimini de bu kadar çok sevmemin en büyük sebeplerinden biri bu – oradayken her gün farklı akıyor: Her gün farklı insanlarla zaman geçiriyorsun, her gün hava sana farklı bir sürpriz yapıyor, her gün farklı bir şey deneyimliyorsun ve her gün bambaşka şeyler hissediyorsun.

Bisikletimin üzerine atlayıp tuvalete giderken padişah ile karşılaşıyorum. “Aşağıdaki köşede harika bir New York kahvaltıcısı buldum, hadi kahvaltıya gidelim.” diyor. “Tuvalete gidiyorum, kampta buluşalım on dakika sonra.” diyorum. Kampa geri döndüğümde, bir gün önce büyük bir ciddiyetle tarih kitabı okuyan adamı da çaresiz gözlerle etrafına bakarken buluyorum, çadır hayatının kesinlikle ona uygun olmadığı her halinden belli. “Kahveye ihtiyacım var. Benimle kahve aramak ister misin?” diye soruyor.

Böylece üçümüz NYC Deli’ye gidiyoruz. Müthiş lezzetli bagellar, hem soğuk hem sıcak limitsiz kahve, DJ performansı ve klima gibi soğuk dev vantilatörler var. Şehirde bir mekana gitmiş gibi hissettiğimiz bir sabah yaşıyoruz orada. Tek fark; herkesin şehirdekinden daha eğlenceli ve tarz giyinmiş olması, daha mutlu ve herkesle daha çok iletişim içinde olması. Upuzun ahşap bank şeklindeki masalarda otururken yanınızda oturan ve hayatınızda ilk defa gördüğünüz herkes çok eski bir arkadaşımız gibi davranıyor ve buna bayılıyorum.

Öğleden sonra kampımıza geri dönüyoruz ve o gün beyaz günü olduğu için, hepimiz beyaz kıyafetlerimizi giyerek, kampımızdaki dondurma partisini başlatıyoruz.

O gün, gün batım saatlerinde benim favori sahnem Mayan Warrior’da senfoni orkestrası ile birlikte bir performans yapılacağı söylentisi var. Bunu dondurma partisinde ortaya attığımda, kamptaki yaşı en büyük arkadaşımız – ki kendisi tanıdığım en cool +50 yaş kişilerden biri – “Ben sana katılırım, gidip bakarız birlikte.” diyor. Biz gün batım saatinde bisikletlerimizin üzerine atlayıp çölde sahneyi aramaya başlamak için yola çıkarken çok babacan bir tavırla, “Gerekli her şeyi yanına aldın mı?” diye soruyor. Ben saf saf “Çantamdaki su dolu, hava soğursa diye ceketim burada…” diye sıralarken, gülüyor. “Burada gerekli şeyler dediğimizde bunlardan bahsetmiyoruz. Party supplier’ın var mı?” Renkli pantolonuyla, müthiş tarz güneş gözlükleriyle, kafa yapıcılarını teker teker kontrol eden ve az sonra benimle birlikte bisikletinin üzerine atlayıp çölde bisiklet sürecek olan bembeyaz saçlı adama bakıyorum, hippi ruhu şahane bir şey, diye düşünüyorum.

Normalde Mayan Warrior’un sahnesini bulmak neon ışıkları sayesinde çok kolay, ancak gün batım saatleri henüz neon ışıkların gökyüzünü aydınlatmadığı bir saat; ama neyse ki muazzam bir kalabalık sayesinde sahneyi bulmamız düşündüğümüzden bile kolay oluyor.

Gittiğimizde henüz performans başlamamış durumda ve alanda bir görüş ayrılığı var. Normalde sadece DJ performansı olduğunda DJ oldukça yüksekte konumlandığından, aslında bütün kalabalığın sahneyi görmesi mümkün oluyor. Bu sefer çalacak olan orkestra sahnenin yanında daha alçak bir platformda müzik aletleri ile yerleşmeye başladığından, ortamda bir görüş ayrılığı söz konusu.

Bir grup, herkesin oturması gerektiğini böylece o kalabalıkta en arkadakilerin de orayı görmesinin mümkün olacağını savunuyor, bir diğer grup ayakta durmakta ısrar ediyor. Burning Man’de ilk defa bir görüş ayrılığı gözlemliyorum ve hiçbir otoritenin olmadığı bir ortamda bu görüş ayrılığının nereye varacağını gerçekten çok merak ediyorum. Ayakta duran bir kaç kişi ayakta durmak konusunda ısrar ederken, oturanlar “sit sit sit sit” diye ritim tutuyor.

Herkes yavaş yavaş kalabalığa uyum sağlıyor, oturan herkese alkışlanarak teşekkür ediliyor, yalnızca iddialı giyinmiş gay bir grup ayakta durmakta uzun bir süre ısrar ediyor. En sonunda onlar da “Güzel götümüzden mahrum kalacaksınız.” diye bağırarak popolarını açıyorlar, sonra arkalarına dönüp öpücük atarak “Ama sizden kıymetli değil hiçbir şey.” diyerek oturuyorlar. Herkes kahkahalarla gülüp onları alkışlıyor. Düzen sağlamak için kurduğumuz otoriteler asıl kaosu yaratıyor olabilir mi, diye sorgulatan bir an!

Ve herkesin oturup herkesin orkestrayı gördüğü ilk yarım saatten sonra, müzik hızlanınca herkes birlikte ayağa fırlayıp dans etmeye başlıyor. Ve muazzam bir performans izliyoruz.

O kadar kalabalık ki o gün o sahne, performans bittiğinde bisikletlerimizi bulamıyor ve 45 dakika kadar aramak zorunda kalıyoruz.

Oradan kampa geri döndüğümde, Memo ve kamptan bir grup arkadaşımı, benim henüz hiç gitmediğim Black Rock City’nin en ucundaki bir bölgede bulunan bir sahnede, Carl Cox dinlemeye gitmek üzere kamptan çıkış yapıyor. “Hadi.” diyorlar bana, böylece ben kampa hiç girmeden aynen geri çıkıyorum ve upuzun bir bisiklet sürüşü sonrasında sahneye ulaşıyoruz. Biraz dans ettikten sonra, içki almak için o bölgedeki barları gezmeye karar veriyoruz.

Terk edilmiş bir bar buluyoruz, birimiz barın içine geçip “Size ne ikram edebilirim?” diye soruyor. Barın içinde ne olduğuna bakıyoruz, tenis topu görüyoruz raflardan birinde. “İyi pişmiş bir tenis topu lütfen.” Tenis topu tabağın içine konulup servis ediliyor, bıçakla kesmekte zorlanan kişi “İyi pişmiş istemiştim ben. Bu yanlış pişmiş.” diye olay çıkartıyor. O an o barda oturmuş kahkahalar atarken, mantıklı ve verimli bir şey yapma çabasına girmeden, gerçekten çocukluğumuzdaki gibi oyun oynamanın hepimize ne kadar iyi geldiğini fark ediyorum. Burning Man, hepimize yeniden oyun oynamayı öğretiyor.

Sonra çok güzel bir çadır şeklinde bar buluyoruz, orada kokteyllerimizi içerek dans ediyoruz. Sonra o civardaki bütün barlar ve oyuncaklar arasında gezinerek saatler geçirdikten sonra, Memo ve Nico “Burada harika bir şey keşfettik dün, sizi oraya götürelim.” diyorlar. Ve biz “The Cube” ile böyle tanışıyoruz.

The Cube, yolun kenarında küp şeklinde üç yanı kapalı bir oda. Zemininde oldukça rahat minderler, tavanında ışıklar ve duvarında büyük tuşlar var. Tuşlardan birine bastığınızda müzik, diğerine bastığınızda tepedeki ışıkların rengi değişiyor. Ve asıl büyüleyici olan değişen her müzikle birlikte, minderlerin altından müziğin ritmine uygun şekilde titreşim değişiyor ve ışıklar da müziğin ritmine göre yanıp sönmeye başlıyor. Defalarca basıyoruz müzik değiştiren tuşa – öyle bir iki tane şarkı yok ve gerçekten hem minderlerin titreşimi, hem de ışıkların yanıp sönmesi ritme inanılmaz uygun şekilde değişiyor. Hepimiz kendimizi minderlere atarak uzanıyoruz.

Oldukça kalabalık bir grup olduğumuzdan hepimize geniş geniş yatacak alan yok küpün içinde. Herkes birbirinin kucağına yatıyor, herkes birbirine sarılıyor ve orada müzikleri ve ışıkların renklerini değiştirerek çok sevgi dolu çok eğlenceli saatler geçiriyoruz.

Bu sırada yoldan geçen tanımadığımız kişilerin de dikkatini çektiğimiz için, onlar orada ne olduğunu anlamak için durdukları zaman onları da aramıza davet ediyoruz. Böylelikle bir süre sonra hiç tanımadığımız bir sürü kişi de aramıza katılmaya başlıyor. Ben bir noktada kalkmaya niyetlenenlere “Bizim sevgi küpümüzü terk etmek yasak.” diyerek sarılmaya başlıyorum. Sarıldığım kamp arkadaşlarımdan biri “Çok iyi hissettirdi bu.” diyerek teşekkür ediyor. Sonra tanımadığım adamlardan birine sarıldığımda onun kaskatı olduğunu fark ediyorum.

Burning Man’deki en ilginç deneyimlerimden birini orada yaşıyorum. Normalde tanımadığın adını bile bilmediğin insanların nasıl hissettiği de umurunda olmaz ya, orada geçirdiğin günlerde o kadar fazla kişi sana o kadar ihtiyacın olan anlarda yardımcı oluyor ve o kadar fazla insanla o kadar çok şey paylaşıyorsun ki, adını bilmediğin insanlar bile ‘yabancı’ gelmemeye başlıyor bir yerden sonra. O adamın alnına dokunup şefkatle kafasını okşuyorum, gözleri doluyor ve gözlerini kapatıyor, devam ediyorum.

Tekrar gözlerini açtığında bana “Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum.” diyerek sarılıyor, gülümseyerek birbirimize bakıyoruz bir süre. Hiç bir beklentin olmadan vermeye başlamak ve adını bile bilmediğin insanlarla böyle bir sevgi bağı kurabilmek muazzam bir his. Gitmeden önce, parmağındaki güzel yüzüğü çıkartıp benim parmağıma takıyor, “Bütün güzellikler seninle olsun.”

O sırada çok komik peruklu bir adam geliyor, onu da sarılarak karşılıyorum: “Sevgi küpümüze hoşgeldin.” Kafasındaki peruğu benim kafama geçirerek bize katılıyor. Ve sonradan öğreniyoruz ki, o adam Luke, yani içinde bulunduğumuz küpü yapan sanatçı. Orada o gece kaç saat geçiriyoruz bilmiyorum ama artık kendimizi (cube + humans) “cubans” olarak tanımlamaya başlıyoruz.

O gece ben filarmoni konserini dinlerken, bizimkiler bir düğüne katılmışlardı. Bu arada evet, Burning Man’de evlenen ve düğününü yapan çiftler var – ki bence muazzam bir fikir. Düğün afterının yapıldığı art car’ı aramaya başlıyoruz çölün derinliklerinde. O gece hava inanılmaz soğuk, bisikletin üzerinde pedal çevirip durmama, altımdaki eteğin yerine tayt giymiş olmama ve üzerimdeki kürke rağmen donuyorum. Düğün art car’ının içine girip, çantamdan el ısıtıcılarımı bulup onlardan iki tanesini aktive edip donan ellerimi ısıtmaya çalışıyorum. Bu sırada art car hareket ettiği için, biz gün doğumuna yakın bir saatte, bıraktığımız bisikletlerimizden oldukça uzak bir noktada gelin ve damat ile vedalaşarak art car’dan iniyoruz.

Çölün ortasında bisikletlerimize doğru uzun bir yol yürüdüğümüz sırada gün doğmaya başlıyor.

O gün, gün doğumunda bir sahnede Kygo çalıyormuş, onu aramak için birkaç sahne gezdikten sonra göz şeklinde muhteşem bir sahne buluyoruz. Çalan Kygo değil ama hep sahnenin görüntüsü, hem müzik, hem de arkada doğan güneş muhteşem.

Orada konumlanmaya karar veriyoruz ve birkaç dakika sonra dinlediğimiz kişinin Monolink olduğunun farkına varıyoruz. “Yanlışlıkla muazzam bir gün doğumunda Monolink dinlediğimiz bir yerdeyiz. Delilik!” diye düşünüyorum, güneşi ellerimin arasında tuttuğum bir poz verirken…

Sonra bizim kamptan bir sürü arkadaşımızla da orada karşılaşıyoruz. Hep birlikte güzel bir gün doğumu konseri dinledikten sonra, kampa dönüş için bisikletlerimizin üzerinde yavaş yavaş çölü boylu boyunca kat ediyoruz. Gün doğumunda o çölde olmak muazzam. Manzara kadar, yoga yapan, öpüşen, tek başına oturan insanları izlemek de çok güzel.

Bays & Bubbles’ta şampanya partisi yapanlara bir selam çakıyoruz, hiçbirimizin ona hali kalmamış durumda ve kampımıza dönüyoruz.

Dünyanın herhangi bir yerinde, o gün içinde yaptıklarımdan tek bir tanesini yapmış olsam çok güzel bir güzel bir gün geçirdiğimi söylerdim. DJ performansı eşliğinde güzel bir kahvaltı, dondurma partisi, gün batımında dinlediğim muazzam performans, Black Rock City’nin en ucundaki mahalledeki barlar turumuz, The Cube’da geçen saatler, gün doğumunda Monolink… Burada bunların ve nicesinin bir gün içinde yaşanıyor olmasına gerçekten inanamıyorum.

Darmadağınık çadırımın içinde, bir yatak konforundan çok uzak şişme yatağımın üzerine kendimi bıraktığımda yüzümde kocaman bir gülümseme var. Hayatı ve herkesi çok seviyorum, diye mırıldanıyorum uykuya kendimi teslim etmeden önce.

Yorum bırakın