Burning Man’deki beşinci sabahımda fiziksel ve ruhsal olarak bitik bir şekilde uyanıyorum.
Saate bakmak için telefonuma uzanıyorum, toplamda iki saat kadar uyumuşum ancak çadırımın içi o kadar sıcak ki uyumaya devam etmemin imkanı yok. Kalkıp dışarılarda yeni maceralara atılamayacak kadar da yorgun hissediyorum kendimi.

Hava gündüzleri çok sıcak, geceleri bazen daha ılıman geçerken bazen gerçekten dondurucu bir soğuk olabiliyor. Su dışında hiçbir temel ihtiyacınıza (kahve, yemek vs.) düzenli erişiminiz yok, bunları karşınıza çıktıkça tüketiyorsunuz. Konforlu bir duşunuz ve konforlu bir yatağınız da yok. Gün boyu bisiklete binmek ve dans etmek gibi yoğun bir fiziksel aktivite içindesiniz.
Tuvalete gitmek için bile bisiklet sürüyorsunuz. Dolayısıyla fiziksel olarak aslında oldukça zorlayıcı koşullar içinde olmanıza rağmen, o kadar çok eğleniyorsunuz ve mutlu vakit geçiriyorsunuz ki, bunların çok da farkına varmıyorsunuz. Ancak bu yalnızca iki günlük bir süreç olmadığı için, bünyeninizin dayanıklılığına bağlı olarak bir yerde artık size sinyal vermeye başlıyor.
Ayrıca, gündelik hayatınızdan oldukça farklı bir şekilde, inanılmaz seviyede sevgi ve paylaşım dolu bir ortam içinde olmanız da, iç dünyanızda, duygusal olarak bir şeyleri tetikleyip duruyor. Kesintisiz olarak olağandan çok fazla seviyede sevgi ve mutluluk hissetmeniz, içinizde derinlere süpürdüğünüz bir sürü şeyi de şöyle bir havalandırıyor. Spiritüel çalışmalara aşina olanlar bilir; her türlü şifalanma süreci, öncelikle içte bir kaos ve huzursuzluk yaratır.
Burning Man’in kendine has bazı terimleri var. Bunlardan bir tanesi de şu: “Daha önce kaç kere Burning Man’e katıldın?” yerine“Kaç yanışın var?” şeklinde sorulması.
Dolayısıyla özellikle Burning Man’e ilk defa gelenlerin uyarıldığı bir şey bu; “emotional breakdown” bu deneyimin olağan bir parçası. O yüzden hiç paniğe kapılmadan, bunu da bu deneyimin doğal bir parçası olarak kabul ettikten sonra, saçlarımı bile taramadan darmaduman bir halde çadırımdan dışarı çıkıp, çadırımın önündeki sandalyeye kendimi bırakıp, “Günaydın, nasılsın?” diyen komşuma “Bugün bok gibiyim.” diyorum. Şefkatle bakıyor bana, “Hadi gel, sana bir kahve bulalım.”
Bir önceki gün gittiğimiz NYC Deli, bir günde popüler bir yer haline gelmiş ve önünde inanılmaz uzunlukta bir sıra var. Orayı pas geçiyoruz. Biraz bisiklet sürdükten sonra, pour-over kahve servis eden bir yer buluyoruz, yine biraz sıra beklemek gerekiyor ama sıra beklerken oturabileceğimiz konforlu minderleri var, daha da güzeli pour-over kahve sırasının gelmesini beklerken termosunuza cold brew kahve de dolduruyorlar. Dev güneş gözlüklerimi gözüme takıp, kendimi minderlere atıyor ve termosumdaki cold brew kahvenin hepsini hızlıca içiyorum.
Nico, kendi kahvesini de bana veriyor. O sırada onun yanımdaki varlığının ve genel olarak çok sakin olan mizacının bana ne kadar iyi geldiğini fark ediyorum. Sanki çok uzun yıllardır tanıdığım eski bir arkadaşımmış gibi, sohbet etme çabasına girmeye bile gerek duymadan, birlikte minderlerde uzanarak o anı paylaşıyoruz. Sorgulamadan, kurcalamadan eşlik ediyor bana.
Gözlüklerimi indirip gülümsüyorum ona, o da çok içten bir gülümsemeyle cevap veriyor bana. O an ilginç bir an, çünkü gerçekten sözsüz bir şekilde anlaşıyoruz ve o andan itibaren o benim sadece komşum olmaktan çıkıyor, gerçekten yakınım oluyor. Hatta şimdi geriye dönüp bakınca fark ediyorum, sonra biz Memo – Sezo – Nico şeklinde bir çekirdek kadro olarak takılmaya başlıyoruz, her şeyi birlikte yapıyoruz diyemem; ama ne yapacaksak birbirimize mutlaka haber vermeye başlıyoruz ve birlikte çok güzel anılar yaratıyoruz o andan sonra.
O sırada bunu fark etmiyorum tabii ki, biliyorsunuz böyle şeyleri insan geriye dönüp bakınca anlıyor. O sırada fark ettiğim tek şey pour-over kahve sırasının bize geldiği, ki orada günlerdir içtiğim en iyi kahve kesinlikle ve benim masada dönen sohbetlere katılma enerjim olmadığı için o, bana sorulan sorulara benim yerime de cevap veriyor: “Sezen İstanbul’dan.” gibi.
Sonra da beni internete bağlanılan bir başka çadıra götürüyor. Günlerden sonra ilk defa dış dünya ile bağlantı kuruyorum. Annemle babama bir mesaj atarak Memo ile ikimizin hala yaşadığını ve keyfimizin yerinde olduğunu haber veriyorum. Instagram’dan çok paylaşım yapan biri olduğum için kayıp olduğum dönemde herkesin panik içinde mesajlar attığını görüyorum, tek tek cevaplamak yerine, toplu bir story atıyorum. Gerçek dünyaya daha fazla bağlanıp daha çok iletişim kurmak istemiyorum, günlerin bu kadar hızlı geçip gitmesi ve çok yakında o gerçek hayata dönecek olma fikri kalbimi kırıyor o sırada.
Biraz daha bisikletlerimizle gezip sohbet ettikten sonra kampa geri dönüyoruz. Ben çadırımdan daha serin olan ve ortak salon olarak kullandığımız alandaki şişme yatağa uzanıyorum. Biraz sonra, Fransız kamp arkadaşım gelip yanıma uzanıyor, onunla “Buraya ne getirebilseydin, burada sonsuza kadar yaşardın?” oyunu oynuyoruz sigaralarımızı içerken. Kahve makinesi, yatak, klima derken sonunda komple evlerimizi taşıyacak bir kurguya geçtiğimizde gülmeye başlıyoruz.

O sırada Burning Man’e gelmeden önce Reno’da aynı otel odasında kaldığım ve şahane gevrek bir kahkahası olan arkadaşımız bize katılıyor, “Henüz içmeye başlamamış olmana inanamıyorum.” diyerek elime buz gibi bir kutu bira tutuşturuyor. Kampımızın en şık ve gösterişli kaltağı yanımdan geçerken, “Bok gibi görünüyorsun, ama ceset gibiyken bile çok tarzın güzel bebeğim.” diye laf atıyor. Beni her zaman iltifatlara boğan Hawaili o gün mutfakta çalışıyormuş, arkamdan sarılıp elime yiyecek bir şeyler tutuşturuyor. Aslında bir sürü ortak arkadaşımız olan ama ilk defa Burning Man’de tanışma fırsatı bulduğum Emre ile kikirdeşe kikirdeşe, dedikodusunu yaptığımız insanların gözlerinin içine baka baka hiçbirinin Türkçe anlamamasının keyfinin dibine vurarak kazanı kaynatıyoruz.
Derken bir bakıyorum; ben yine kendi ritmimi bulmuşum, sohbet ediyorum, şakalaşıyorum, gülüyorum. Yattığım yerden kalkıyorum, o akşamüstü bizim kampın yapacağı art-car turuna katılmak için giyiniyor ve bisikletimin üzerine atlıyorum.

Bizimle aynı kampta kalan DJ’ler ardı ardına performanslar sergilerken, art-car’ımız çöldeki üzerine tırmanılabilir bütün sanat eserlerinin yanında duruyor. Art car hareket ederken bisikletlerimizle onu takip ediyoruz, durduğunda da ya kumun üzerinde dans ediyoruz, ya da sanat eserlerine tırmanıyoruz.

Kamp arkadaşlarımızın hepsiyle artık sanki senelerdir tanışıyor gibiyiz, büyük bir rahatlık ve samimiyet içinde eğleniyoruz hep birlikte. Herkesin çantasından da sürekli olarak sürprizler çıkmaya devam ediyor. Biri kokteyl seti çıkartıp bize leziz kokteyller hazırlamaya başlıyor, bir diğeri gözüme bütün ışıkları kalp şeklinde gösteren bir gözlük takıyor.

Sabahki fiziksel ve duygusal çökmüş halimden eser yok, tepelerdeyim, kakahahalar atarak ve çok sevdiğim insanlara sarılarak dans ediyorum. Yine de o geceyi sakin geçirmeyi planlıyorum, özellikle de bir gece önce neredeyse hiç uyumadığımı ve ertesi gün haftasonunun başladığını düşününce – o geceyi çok uzatmadan uzun bir uyku çekmek mantıklı ve doğru karar gibi görünüyor gözüme.

Yine de ekipten ayrılıp kampa dönerken saatlerce oyalanıyorum, çünkü her köşede o kadar ilginç şeyler var ki… En sonunda, bizim kampın sokağında bir ateşin başında etnik elektronik müziklerle herkesin transta gibi dans ettiği minicik bir club keşfedip orada da biraz takıldıktan sonra gece yarısı gibi kampa geri dönüyorum.

Tam kampa girdiğim anda Hawaili çocuklar, yakınlarda bir yerlerde içki içmeye gitmeyi planladıklarını söyleyip beni de davet ediyorlar. O gece erken uyumayı düşündüğümü söylüyorum. “Bisikletleri bile almayacağız, yakında bir yerlere yürüyerek gideceğiz, istediğin zaman geri dönersin.” diyerek beni ikna ediyorlar.
Bir bara girmeden hemen önce, yolun ortasındaki tamamen kapanmış minicik barı işaret ediyorum, “Girmeden önce şurada bir sigara içsem olur mu?” Hep birlikte ışıkları sönmüş ve tamamen terk edilmiş minicik barın taburelerine oturduğumuz anda, çat diye ışıkları yanıyor. Bir adam gürültülü bir şekilde selam vererek barın içine geçiyor ve bir hortumla bardaklarımıza içki doldurarak müziği açıyor. Yoldan geçenler de hızlıca barın diğer sandalyelerini dolduruyor.
Biz şaşkınlıkla birbirimize bakarken, bar hareket etmeye başlıyor! Evet, hippi karavanlarından olan bir Wolkswagen T3 ortadan kesilerek yapılmış bu bar, yolun kenarında duran minicik bir bar gibi görünse de tekerlekleri var. Dünyanın başka herhangi bir yerinde kamera şakası olabilecek bu durum, Black Rock City’de olağan.
Kamptan çok uzaklaşırsak bütün yolu yürümemiz gerekecek. Çocuklarla birbirimize bakıyoruz, sonra kahkaha atarak, “Barı biz canlandırdık, her yerden birer içki alarak geri yürürüz kaç saat sürerse sürsün.” diyoruz, kadehlerimizi hareket eden barımızda tokuşturuyoruz. “Siktir etmeye!”
En sonunda gerçekten bloklarca ileride indiğimizde, yine tamamen kapanmış gibi görünen bir trambolin park görüyoruz. Yalnız yerde değil, yan kısımlarında da trambolin olması ilgimizi çekiyor. “Kapalı galiba ama belki girebiliriz.” diye şansımızı deniyoruz. Girdiğimiz anda ışıklar yanıyor. Biz oradan oraya zıplarken, orası da bir anda doluveriyor.
“Bugünkü misyonumuz ölü olan her yeri canlandırmak galiba.” diyoruz ve sonra en boş barları seçip oralarda içki molaları vere vere ve sihir yapıyormuş gibi her mekanı canlandıra canlandıra kampa doğru geri yürüyoruz.

Bu yürüyüşümüz sırasında karşımıza ilginç bir mekan daha çıkıyor, giriyoruz iki renkli peruklar takmış kadınlara “Siz ne servis ediyorsunuz?” diye soruyoruz. “Miso çorbası ve sake” cevabını alıyoruz, ikisinden de istiyoruz. Burning Man’de geçirdiğim günlerde cam içinde servis yapılan tek yer burasıydı. Cam kasede çok leziz bir miso çorbası içiyor ve yine cam bardakta sakemizi yuvarlıyoruz. Erken uyumayı planladığım gecede de, yine kampa geri dönüşüm sabaha karşı oluyor, ama hiçbir şikayetim olmayacak kadar keyfim yerinde.

Her gün, sakin kaldığım anlarda notlar tutmuş ve videolar kaydetmiştim. Bu günlük yazılarını yazarken, onlar bana yardımcı oluyor, hangi gün ne yaptığımı ve hissettiğimi anımsamak konusunda. Sonraki 24 saatim (yani cuma günüm) hükümsüz; telefonumda yalnızca birkaç DJ performansı görüntüsü var.
O gündüz mutfak shiftimde çalışıp kampın akşam yemeği hazırlıklarına yardım ediyorum. Bisiklet lastiğim patladığı için, Saurav bana eşlik ediyor ikimiz de zil zurna sarhoş bisikletimi tamir desteği sunan kamplardan birine götürüyoruz. Sıranın bize gelmesini beklerken bir burlesque show izliyoruz. Sonra bize tarif ettikleri şekilde bisikletimin tekerleğini söküp, tekerleğin içindeki lastiği değiştirip geri monte ediyoruz. Ellerimiz leş gibi ama tekerleğim gıcır gıcır olduğunda inanamıyorum: Resmen bisikletimi tamir ettim. Kendimden hiç beklemediğim açılımlardan bir yenisi daha.

Kamp ekibiyle birlikte yine bir art-car dj performansına gidecekken Memo ile gruptan ayrılıp güzel bir bara takılıyoruz; Bottomless (B)Ass Bar. Sonra biz Memo ile de birbirmizden ayrılıyoruz.

O gece alanda minik minik yakmalar başlıyor. O güne kadar alandaki tek ışık neonlarken, buna ek olarak alevlerin eklenmesi, sonun yaklaştığının bir hatırlatıcısı gibi. Black Rock City’de geçirdiğim her gün pek çok duyguyla doluydu, bu çok duygunun arasında hiç hissetmediğim şeylerden biri ‘hüzün’dü. O gece o duygu karambolü ve selinin arasına bir de hüzün ekleniyor.

Daha önce hiç gitmediğim Arrival Stage gibi sahnelerde Innellea gibi muhteşem performanslar dinlediğim, çok dans ettiğim ve çok eğlendiğim bir gün ve gece oluyor. Tam anlamıyla ve hakkıyla Burning Man deneyimi yaşadığım ve flu bir zaman dilimi. O günün zihnimdeki arka fon şarkısı: Kiss Me Hard – Innellea Remix

Ayrıca yine o gün dinlediğim harika performanslardan birinin tam kaydı da şurada:
Düştüğünüzde kendinizi sizi seven insanlara teslim ederek kalın!
