Burning Man alanına giriş yaptığımın tam birinci haftasında, cumartesi sabahı şişme yatağımda ilk defa gerçekten çok iyi bir uyku çekmiş olarak uyandığımda “İnsan ne kadar garip bir varlık, adaptasyona ne kadar müsait.” diye düşünüyorum. Çünkü ilk günlerde bana konforsuz ve tuhaf gelen her şeye bu bir haftalık sürede alışmış durumdayım. Çadırda şişme yatakta uyumaya, tuvalete bisiklete binerek gitmeye, duş almak yerine mendillerle kendimi silmeye, çadırın içinde eşyalarımın düzenine, çadır içinde giyinmeye…

Üzerimi giyinip çadırımdan çıktığımda, komşumu beni beklerken buluyorum. O bana günaydın diyip kollarını açarken, ben gülümseyerek kendimi onun kollarının arasına bırakıyorum. Artık bir ritüel haline geldiği üzere, sabah kahvaltısı ve kahvesi arayışına birlikte çıkıyoruz. “İster misin? Gelir misin?”ler bile yok aramızda.
NYC Bagel’ın sırası her zamanki gibi çok eğlenceli. Çırılçıplak insanlar da var, hiçbir yeri görünmeyecek şekilde tavuk gibi animatör kostümleri giymiş insanlar da… Geceki partiyi, sabaha bağlayarak hiç uyumadan oraya gelmiş akşamdan kalma gelenler de var, sabahın köründe kalkıp yogasını meditasyonunu yapmış çok dinç olanlar da… Ve en güzel yanı bunların hepsi normal ve sırada dururken önünüzdeki ve arkanızdaki herkesle tanışıp sohbet ediyorsunuz, hiç kimse kimseye yabancı gibi davranmıyor – Black Rock City’de diğer her yerde olduğu gibi.
Ben bunu düşünürken, biraz önce tanıştığım önümdeki çocuk “New York’ta yaşıyorum, her sabah en iyi bageli beklemeden yiyorum. Yine de burada her sabah bu sırayı bekliyorum, çünkü burada sıra beklerken tanıştığım ve gördüğüm insanlara bayılıyorum.” diyor. Hepimiz aynı fikirdeyiz.
Harika bir DJ performansı eşliğinde kahvaltımızı ediyoruz, tanıştığımız kişilerin verdiği minik hediyelerle (herkes tanıştığı kişilere minik bir şeyler hediye ediyor Black Rock City’de, o günden bahtıma kolye, bileklik, deri bir kitap ayracı çıkıyor) kampa geri dönüp dondurma partisinde dans ediyoruz. Resmen çölün ortasında bir düzenimiz var artık.


Ve bütün bunlar olurken herkesle sürekli olarak sarılıyoruz. Öyle dışarıda bir yerde arkadaşlarımızla buluştuğumuzda olduğu gibi kısacık sarılmalar değil bunlar; uzun sevgi dolu kucaklaşmalar, çok sevilmiş hissettirenlerden… Burning Man’de en çok özleyeceğim şeylerden birinin bu olacağını daha o zamandan biliyorum.

O güne kadar günlerimi çok fazla planlamamıştım, ama o gün için net bir planım var: Temple’a gitmek. Temple, Burning Man’deki en kutsal yerlerden biri, alandaki yapımı en uzun süren şey; dünyanın her köşesinden insanların aylarca gönüllü çalışması ile yapılan tamamen ahşap bir tapınak. Önünden defalarca geçmiş, görüntüsüne her seferinde hayran olmuştum; ancak herkesin “Geçiştirme bir zaman diliminde gitme, zaman ayır oraya.” tavsiyesini dinleyerek hiç geçerken uğramamıştım.
İçine girdiğim andan itibaren en az iki saat boyunca hipnotize olmuş gibi geziyorum. Herkesin kaybettiği sevdiklerine yazdığı mektuplar asılı tapınağın iç ve dış duvarlarında, fotoğraflar ve onların bazı eşyaları. Hayatının aşkını bulduğu anda bir trafik kazasında kocasını kaybedenlerin, küçücük yaştaki çocuklarını kaybedenlerin, eğlence planları arasında bir türlü ziyaret etmeye fırsat bulamadığı babasını kaybedenlerin ve daha nicesinin duyguları arasında geziyorum burada. Hayatımda sanırım bugüne kadar içinde bulunduğum en spiritüel yer. Çok çarpıcı.
Sonunda tapınağın bir köşesinde oturduğumda şunu fark ediyorum; okuduğum mektupların hepsindeki en büyük pişmanlıklar, yeteri kadar yaşanmamış anlara ilişkin. Orada kendime iki söz veriyorum: Benim için önemli olan sevdiğim insanlarla mümkün olduğu kadar çok an paylaşmaya. Bir de çok genç yaşta çok sağlıklıyken ölüp gitmiş bu kadar insanın olduğu bir dünyada yapmak istediğim hiçbir şeyi gelecekte bir güne ertelememeye…
Yanımda ağlayan bir kadına sarılıyorum, onun saçlarını okşuyorum, sonra duygusal olarak dengelenene kadar çölün ortasında bisiklet sürüyorum.
Sonra yine bizim kampın art carı ile birlikte kamptan çıkış yapıyoruz. Hepimiz bisikletlerimizin üzerinde, harika müzikler çalan art carımızı takip ediyoruz.

O gün, cumartesi günü, The Man’in yakılacağı gün. O yüzden bütün art carlar, bütün Burning Man katılımcıları aynı noktada toplanıyor. Tam bir cümbüş! Bizim kampın art carının önünde, bütün kamp arkadaşlarımızla dans ediyoruz. Sarılıyoruz, öpüşüyoruz, birbirimize hediyeler veriyoruz, fotoğraflar çekiliyoruz. Bir hafta önce birbirini tanımayan bir grup insan şimdi aile gibiyiz.
O kadar çok sevgi, o kadar çok mutluluk fışkırıyor ki hepimizden, bizim kamptan olmayan bir sürü kişi de bizim aramıza katılıyor. O sırada kamptan bir arkadaşım “Bu hayatımdaki şimdiye kadarki en mutlu anım. Ve hayatımda gördüğüm en mutlu insanlar da şu anda burada.” diyor. Etrafımdaki parlayan gözlere, kocaman gülümsemelere, göz göze geldiğim anda sevgiyle beni kucaklayan insanlara bakıyorum; kesinlikle aynı fikirdeyim.

Sonra zamanı geliyor, The Man’in olduğu alana doğru yürüyoruz. Daha önce bir kaç kere karşılaştığım yakışıklı bir çocukla karşılaşıyorum. Yakın bir zaman önce kız arkadaşından ayrıldığını, böyle anları tek başına geçirmenin kendisine tuhaf geldiğini paylaşıyor içtenlikle. “Gel birlikte yakalım adamı, biz sana eşlik ederiz.” diyorum ona. Burning Man’deki en sıra dışı şeylerden birinin bu olduğunu düşünüyorum, bu paylaşımlar ve bu destek teklifleri flörtözlük odağında değil, gerçekten şefkat ve paylaşım odağında. Birlikte çok güzel derin bir sohbet ederek beklemeye başlıyoruz.
O bana The Man’in her sene daha farklı yapılmasının ve yakılmasının felsefesini açıklıyor: “Aynı yerde aynı kişilerle aynı şeyi yapsan bile hiçbir seferi tam aynı olmaz. Dolayısıyla her seferinde öncekilerden vazgeçmeyi bilmelisin ve yepyeni bir deneyime açık olmalısın.”
Muazzam bir havai fişek şovunu izlerken hiç beklemediğimiz bir anda The Man alev alıyor ve The Man’in yakılışını izlemek gerçekten çok duygusal. O alanda geçirdiğimiz günlerin sonuna geldiğimizi hatırlattığı gibi, The Man yanarken bir sürü şeyden de arınma ve geride bırakma hissiyle doluyor insan. The Man’in yakılışı sırasında, canım Nico, Memo ile şimdiye kadarki en güzel karelerimizi yakalaşmış bizden habersiz. ❤

Burning Man’de geçirdiğim günlerde ben hiç kum fırtınası deneyimlememiştim, insanların o yüz maskelerini ve gözlükleri daha çok aksesuar olarak taktıklarını düşünmeye başlamıştım. O gece onların sadece aksesuar olmadığını anladığım gece oluyor. Çünkü kum fırtınası var. Görüş çok sınırlı, bisiklet sürmek çok zor, maskesiz ve gözlüksüz durulmuyor. Kıdemli burnerlar bana gülüyor: “Sen sadece çok şanslıydın, normalde bütün bir Burning Man böyle geçiyor.”
Elbette kum fırtınasına rağmen, oradan oraya gitmekten vazgeçmiyoruz. O gece görüş çok sınırlı olduğu için, çölün derinliklerinde sahneleri bulmak çok zor. Yine şanslıyız, o gece yanımızdaki kişilerden biri bütün sahnelerin elektrik tüketimlerini ölçen kişi ve dolayısıyla telefonundan bütün sahnelerin yerini takip edebiliyor. Ertesi gün bir sürü kişinin “Çok aradım ama dün o sahneyi bir türlü bulamadım.” diye yakındığı sahneleri biz bu sayede nokta atışı bulabiliyoruz.
Maxa’da Love Craft, Monolink ve Marten Lou’yi dinledikten sonra, hepimizin aklında aynı şey var: Bir kere daha bizim için orada çok anlamlı ve özel bir yer olan The Cube’u ziyaret etmek. Orada yine sevgi dolu, sarmaş dolaş birkaç saat geçirdikten sonra, gün doğumu için Inellea’yı dinlemeye gidiyoruz.
The Cube, Black Rock City’nin bir ucunda, Innellea’nın çalacağı Fluffy Clouds ise yer tam diğer ucunda. Çölün derinliklerinden bu iki ucu kat ederken, Memo’nun bisikleti bozuluyor. Memo, Nico ve Sezo üçlüsü olarak böylece Burning Man’deki son gecemizde bütün çölü boylu boyunca yürüyerek kat ediyor ve güneş doğmaya başlamadan hemen önce Fluffy Clouds’a varıyoruz.


Ben kokteyl bulmak için yakınlardaki bir bara gidiyorum, barda kimse yok; ama orada içki şişeleri var. İçine zıplayıp kendime kokteyl hazırlarken, bir anda önümde bana kimlik ve pasaportlarını gösterip içki isteyen bir sıra oluşuyor. Bir tanesinin kimliğini kontrol edip içkisini verdikten sonra, bardan dışarı zıplıyorum, “Çocuklar ben buraya kaçak girdim.”
Elimde içki dolu termoslarla geri döndüğümde bizim ekibe uzaktan bakıyorum. O kadar güzel bir kare ki…



Yine harika bir gün doğumu deviriyoruz. O sırada birinin aklına geliyor: Bu belki de hayatımızda hep birlikte olduğumuz son an. Bir tane bile fotoğrafımız yok. Hemen yan yana dizilip birinden rica ediyoruz. Şimdi bu kareye bakıyorum – uykusuz bir gün devirmiş, kum fırtınaları atlatmış olmamıza rağmen ne kadar güzel gülümseyen suratlar ❤
Pili biten yavaş yavaş kampa dönüyor. Ben güneşin gümbür gümbür ısıtmaya başladığı saatlerde tek başıma kampa dönerken, bunun oradaki son sabahım olduğunu fark ediyorum. O sırada hiç gerçek gibi gelmiyor, hiç oradan ayrılacakmışım gibi hissetmiyorum; ama öyle.

Çizmelerimi çıkartıp atmış tam çadıra girecekken, komşum “İyi geceler.” diye bağırıyor. Arkamı bile dönmeden “İyi geceler.” diyerek kendimi şişme yatağımın üzerine atıyorum. Bir kaç dakika sonra aklım başıma geliyor; ben uyandığımda o çoktan gitmiş olacak. Hemen yanımda hediye olarak dağıtmak için getirdiğim eğlenceli maskotlardan birini buluyorum, defterimden de bir sayfa kopartıp ona bir not yazıyorum: “Bu hep yanında olsun. Sana hep dans etmeyi ve eğlenmeyi hatırlatması için. Yakında görüşmek üzere.” Not ile maskotu yola çıkmak için çadırından çıktığında bulması için çadırına bağlıyorum.
O gün Burning Man’in son günü. Bir sürü kişi çoktan çadırlarını toplayıp gitmiş. Bizim kamp da hararetli bir biçimde sökülüyor. Elime bir su şişesi ve bardaklar alarak güneşin altında hararetle çalışan bütün herkese su dağıtmaya başlıyorum. Sonra bisikletime atlayıp hüzünle bir önceki günkü haline hiç benzemeyen Black Rock City’de bir tur atıyorum. Ardından ben de yavaş yavaş eşyalarımı toplamaya ve çadırımı sökmeye başlıyorum.
Tek bir çöpü bile orada bırakamadığımız için normal koşullar altında başka bir yerden ayrılmamızdan oldukça zorlu bir toplanma süreci. Normalde işimize yarayanı alıp, gerisini orada bırakıp gitmeye alışmışız. Burada geride kalan günler boyunca çadırımın yanındaki poşetlere attığım gerçek çöplerimi bile yanımda götürmem gerekiyor. Ve akşamüstü olduğunda inanılmaz bir kum fırtınası başlıyor.
Memo ile The Temple’ın yakılış seramonisini fazla uzatmadan yola çıkmaya karar veriyoruz. Ki sonradan kum fırtınasının daha da dehşet verici bir hale geldiğini düşünürsek, çok mantıklı bir karar oluyor bu.
Yine de çıkışımız oldukça uzun sürüyor. Kum fırtınası yüzünden arabanın klimasını çalıştıramadığımız, beklediğimiz sırada milim milim ilerlediğimiz saatler geçiriyoruz. Ben bir noktada gerçekten kendimin şalterlerini indirip sızıyorum, canım Memom bu sırada direksiyonda asıl zorlukları çekiyor. Alandan çıkmaya karar vermemiz ile çıkmamız arasında dört saat kadar zaman geçiyor. Ertesi gün bu sürenin sekiz saatlere, kum fırtınasının inanılmaz boyutlara ulaştığını düşününce yine bizimki iyi. Benim açımdan Burning Man’in en zorlayıcı kısmı kesinlikle Burning Man’den çıkıştı.
Alandan çıktıktan sonra, yine Reno’da bir otel ayarlayıp kalmayı düşünüyoruz. Gelgelelim Amerika’da gece 12:00’yi geçtikten sonra o gece için otel rezervasyonu yapılamıyor. Dolayısıyla arabayı gerçekten yolun kenarındaki bir dinlenme alanına park edip, arabanın içinde uyuyoruz.

Uyandıktan sonra Burning Man boyunca dinlediğimiz DJ’lerin parçalarını dinleyerek ve Burning Man deneyimimiz hakkında sohbet ederek yol alıyoruz. Amerika’da otoyol klasiği olmazsa olmaz in n out molası verdiğimizde ikimiz de afallıyoruz. Günlerdir kredi kartı hiç kullanmamıştık, tabağımızı uzatıp yemek almaya alışmıştık. Bir yere kendi plastik tabağımızı götürmeden yemek almayı ve bunun için para ödemeyi gerçekten yadırgamamıza kahkahalarla gülüyoruz: “Para mı, ne parası?”

Ve böylece Burning Man maceramızı sonlandırıyor ve San Francisco’ya giriyoruz. Sürekli aynı cümleleri kurarak: “Çok iyiydi be.” ve “İyi ki bunu birlikte deneyimlemişiz.”
O sırada bundan başka bir cümle kuramıyor veya derin bir analiz yapamıyoruz, her şey çok yeni. Ancak şimdi aradan zaman geçtikten sonra geriye dönüp baktığımda, muazzam eğlenceli olmasının dışında çok derin bir deneyim Burning Man. İnsanın içgüdüsel olarak en çok ihtiyaç duyduğu güven, sevgi, paylaşım gibi duyguları başka hiçbir yerde olmadığı kadar yoğun hissetmesini sağlıyor. Her şeyi yakmak, çok an paylaştığınız bir sürü insanı bir daha görüp görmeyeceğinizi bilmeden geride bırakmak, bir minnet duygusuyla ve güzel anılarla bırakmayı öğretiyor. Ve bütün sıfatlarınızdan ve olağan hayatınızdaki her şeyden uzak geçirilen bu süreden sonra, her şeye ama her şeye gerçekten daha farklı bakmaya başlıyorsunuz.
İşin organizasyonunu, maliyetini ve hazırlık sürecini merak edenler için ayrıca bir Burgin Guide yazacağım.

