Değişim Zamanı Geldi Hissi – 3: Boktan bir istasyonda yerli yerine oturmaya başlayan parçalar

Untold Festivali‘ne gitmek için yola çıktığımda her şey olması gerektiği gibi akıyor: İstanbul’dan Bükreş’e uçarken havalimanında işlerimi hallediyorum. Bükreş’ten Cluj’a giden tren saatlerini kontrol ediyorum, bir gece treni var. Gece treninde yol alırken de hem işlerimi toparlarım hem de güzelce dinlenirim, hem de niyet ettiğim gibi defterimi önüme alıp zihnimden geçenleri yazarım kendimi biraz keşfederim, diyorum. Mis!

Ancak istasyona gittiğimde değil o gece trenine binebilmek; festival sebebiyle dört gün boyunca Cluj’a giden bütün trenlerin dolu olduğunu öğreniyorum. Uçak biletlerine bakıyorum, onlar da dolu. “Ülkedeki en büyük etkinlik bu tabii ki her şey çoktan doldu!” diyorlar. “Hasssiktir!” Transfer araçları için fiyat alıyorum; iki şehir arasındaki yol iddialı uzunlukta ve makul konforda bir araç için benden istenen transfer bedeli 3.000 euro civarında! Bir hassiktir de size beyler.

Covid döneminden beri işlerimi büyük ölçüde uzaktan halledebildiğim için oldukça göçebe bir hayat sürmeye ve her yerden çalışmaya alışkınım. Son bir kaç yıldır hiç durmadan valiz topluyorum, valiz boşaltıyorum, promosyon uçak bileti kovalıyorum, her zaman önümde beni bekleyen bir seyahat istikameti olduğundan emin oluyorum. Ülkede bir sürü tatsız şey olurken, iş hayatım stresli ve yoğun akarken o gelecekteki seyahatim bana hep motivasyon oluyor, “Hadi Sezocum hallet şu işleri, sonrasında seni bekleyen harika bir macera var.” diyorum kendi kendime. Böyle böyle şu son birkaç seneye bir ömürlük seyahat, macera ve dans sığdırdım. Ancak son dönemlerde bunların bana eskisi kadar motivasyon vermek yerine, sıkıştırmaya başladığını hissediyorum.

O sırada Bükreş’te gerçekten korkunç güvensiz bir his veren bir istasyonda tek başımayken ve hızlı bir şekilde ne yapacağıma ilişkin bir aksiyon planı geliştirmem ve karar vermem gerekirken, “Sezen, napıyorsun sen ya? Konfor popona mı battı? Ne işin var burada? ” diye kızıyorum kendime.

“Tek başıma bu maceraya atılmak yanlış mıydı?” diye düşünüyorum. Bir şeyler ters gittiğinde birlikte gülüp kahkahalar atabileceğin biri yanında olduğunda, kaldırımda oturup haline gülerek, şişeden şarap içtiğinde böyle anlar müthiş eğlenceli maceralara dönüşebiliyor çünkü bal gibi biliyorum bunu. Defalarca deneyimledim. Yanında olmasından keyif aldığın birileriyle olduğunda, bir yere zamanında mı gitmişsin, gidememiş misin çok fark etmiyor aslında. Aklıma böyle nice anı geliyor, Madrid’de sokakta kaldığımız bir gece kızlarla marketten şarap ve şarküteri alıp sabaha kadar dedikodulu piknik yapışımız, annemde Roma’daki airbnb sahibimiz kayıplara karışınca amaaan napalım gel şurada oturup yiyip içelim dememiz, Kahire’de ayarladığımız otel korkunç çıktığında benim yüz ifademe ve tepkime bir gün boyunca gülmemiz, Kosova’ya uçup aradığımızı bulamadığımızda alışveriş yapıp otel odasında İbrahim Tatlıses partisi düzenleyip çok eğlenmemiz gibi.

O sırada aklıma tam aksi örnekler de geliyor, birlikte seyahat ederken ortaya çıkan her aksilikte drama queen’e dönüşenleri de deneyimledim. Mesela Tayland’da Surat Thani’de bir bonus gecemiz ortaya çıktığında trip atarak kendini odaya kapatan ve bütün aksiliklerden ben sorumluymuşum gibi davranan bir eski sevgilim. Benim her krizde önce kendimi toparlayıp, sonra çözüm bulup bir de yanımdakini pış pışlamam gereken onlarca durumu hatırlıyorum. O anda Bükreş tren istasyonunda yanımda öyle biri olmadığı için kendimi şanslı hissediyorum.

O istasyonda öylece dururken hayatıma dair bir prensip çok netleşiyor: Her şey planlarına uymayabilir. Bir şeyler her zaman ters gidebilir. Hayatındaki insanların böyle durumlarda gerekirse bir kaldırımın kenarında, leş bir tren istasyonunda birlikte kahkahalarla gülebileceğin insanlar olduğundan emin ol!

Telefonumun ve bilgisayarımın da şarjı bittiği için İstanbul’da asla oturmayacağım vasatlıkta bir mekana oturup bir bira söylüyorum. O sıra eski bir aşkım mesaj atıyor: “Sen iyi misin?” Onunla hep tanımlayamadığımız bir yakınlık ve bağlantı oldu aramızda. Yine onun bir örneği yaşanıyor. Konu ve kriz onunla ilgili olmadığı sürece mükemmel iletişim kuran ve sakin bir adam o. Ve benim içinde bulunduğum kriz onunla alakalı olmadığından, hemen arıyorum. O da iş için alakasız bir şehirde otel odasında bira içiyormuş. Kahkahalar atarak bir saate yakın bir süre sohbet ediyoruz, iyi geliyor. “Hadi çık oradan, güzel bir mekana git en azından. Bu yolculuk da hayatınla ilgili güzel keşiflere kapı açsın. Orada yaşadığın her duyguyu sindir içine, döndüğünde senden hepsini yüz yüze dinlemek istiyorum.” diyor. Telefonu kapattığımda gülümsüyorum.

Uber çağırıyorum, şehir merkezinde puanı yüksek bir mekana gidiyorum valizimle. Bir patates kızartması, bir de lokal bira siparişi veriyorum.

En kötü senaryoda festivale gidemem ve Bükreş’te vakit geçiririm. Orada yaşayan çok uzun zamandır görmediğim ve özlediğim bir arkadaşım da var. Dolayısıyla en kötü senaryo bile o kadar kötü değil. Fakat asıl plan bu olsaydı, bütün hafta boyunca işlerimi yetiştirmek için geceler gündüzler boyunca aralıksız çalışıp kendimi hırpalamaz ve bu seyahati de iki hafta sonra önümde bir Amerika seyahatim varken onun önüne koymazdım.

“Peki şimdi niye kendini bu kadar sıkıştırdın Sezocum?” diye soruyorum kendime. “Bu festival senin hiç görmediğin gitmediğin, bir daha bulamayacağın bir şey miydi?”

Buna verdiğim cevap bir çok şeyi yerli yerine koyuyor: “Alışkanlıktan.” Sürekli seyahat ettiğim bir hayat düzenine alışık olduğumdan ve aksini bilmediğimden.

O sırada bana servis yapan garson ile ufak bir sohbet başlıyor, gülerek anlatıyorum. “Untold’a gitmek için geldim, ama Cluj’a gidemiyorum.” diyorum. Trenlerin ve uçakların dolu olduğunu anlatıyorum. O bana hiç duymadığım ve bilmediğim bir havayolundan bahsediyor, benim Skyscanner’ın listesinde görmediğim bir havayolu şirketi. Bana bilet alıyoruz. Gerçekten öyle bir havayolu var mı, varsa o uçak gerçekten kalkacak mı yoksa düpedüz dolandırıldım mı emin olamadan oradan kalkıp havalimanına gidiyorum.

Ve ben ertesi gün sabahın ilk saatlerinde Cluj havalimanına iniyorum. Her şey çözülüyor, her şey plana uygun hale geliyor. Airbnb’den ev sahibine mesaj atıp, erken check-in yapabilir miyim diye soruyorum, o da kabul ediyor. Oh lala!

Sovyet döneminden kalma hissi veren dizi dizi bloklar halindeki apartmandaki evime giriş yaptığımda, o vasat apartmana gelmek için harcadığım toplam para yerine İstanbul’da lüks bir otelde masajımı yaptırıp Boğaz manzaralı bir odada proseccomu yudumlayabilirdim. Bu aradan geçen zamanda yaşadığım gerginlik, sefalet ve yorgunlukların hiçbirini de yaşamazdım.

Bir kahve hazırlayıp mutfak masasına oturup, kahvenin kokusunu içime çektiğimde artık biliyorum: Ben seyahat etmeyi çok seviyorum. Ancak artık o kadar çok seyahat ettim ki, gittiğim yerlerin bir çoğu bende o kadar da “keşif” hissi veya heyecan uyandırmıyor. Sonuç olarak fayda / (para + enerji maliyeti)’nde bir orantısızlık ortaya çıkıyor.

Kendi kendi kendime mırıldanıyorum: “Sezocum, sıkıştırılmış, kendini çok yorduğun ve ardışık dizdiğin seyahatlerin sonuncusu bu! Kabul edelim iyi eğlendin, harika maceralar yaşadın. Fakat bunlardan eskisi kadar keyif almıyorsun, bu sayfayı bu macerayla kapatıyoruz.”

O andan itibaren artık biliyorum ki; bundan sonra çıkacağım yollar, ya beni meydana gelebilecek tersliklere değecek kadar çok heyecanlandıran sıra dışı istikametler olacak; ya çok özlediğim ve sevdiğim insanları içerecek ya da kendimi hiç sıkıştırmayacağım veya yormayacağım kadar konforlu olacaklar.

Ve sonra o festivalin de o seyahatin de keyfini sonuna kadar çıkartıyorum. Hayatımda daha önce hiç bir müzik festivaline tek başıma gitmemiştim, ilk günlerde çok çekimser çok uslu duruyorum, sonra yavaş yavaş açılıp adapte oluyorum. Harika performanslar dinliyorum, çok dans ediyorum, gerçekten eğleniyorum.

Cluj’daki gündüzlerimde, uzun zamandan sonra tek başıma vakit geçiriyorum, şehrin sokaklarında yürüyor, güzel cafe ve restoranlar keşfediyorum. Son dönemlerde ya çalıştığımı ya da sosyalleştiğimi, hiç kendi kendime takılmadığımı fark ediyorum. Oysa ki kendimle vakit geçirmekten düpedüz keyif alıyorum. Bu yüzden, daha çok tek başıma vakit geçirmeye karar veriyorum. Ama seyahatlerde ve festivallerde değil, evimde ve şehrimde.

O festivalin en çok eğlendiğim gecesi bir arkadaşımın gelip bana katıldığı gece oluyor. Kesinlikle festivaller ve seyahatler o anları paylaşınca daha güzel. Sonra Bükreş’e geri döndüğümde orada yaşayan bir arkadaşımla buluşuyorum. Partileri, barları ve seyahatleri o anları paylaştığım arkadaşlarımla daha çok sevdiğimden hiç bir şüphem kalmıyor.

İstanbul’a dönüş uçağıma bindiğimde, harika DJ’ler dinlemiş, çok dans etmiş olmamdan daha kıymetli bir şey var cebimde; en azından sosyalleşme ve seyahat konusunda, tercihlerimi daha iyi biliyorum artık. Bütün hayatımı, bu blogun “Hızlı değil hazlı hayat” sloganının aksine büyük bir hızla yaşarken, bunu bile oturup düşünmeye fırsat bulamadan, neyi sevip sevdiğimi bilmeden her şeyi yapmışım ben!

(Devamı gelecek.)

Değişim Zamanı Geldi Hissi – 3: Boktan bir istasyonda yerli yerine oturmaya başlayan parçalar” üzerine bir yorum

Yorum bırakın