Giriş: Kanser mi? Ben mi? Ne alaka ya?

Tedavi sürecim boyunca bir karar almıştım: Hastanede olduğum ve tedaviye ayırdığım zaman dışında kalan sürelerde hastalık hakkında konuşmayacaktım. Zaten oldukça yoğun bir tedavi süreci geçirirken bir de arayan herkesle tek tek şu oldu bu oluyor diye konuşarak enerji harcamayacaktım. Bence bu sürede aldığım, bana en iyi gelen ve en doğru kararlardan biri bu oldu.

Bunu çoğu kişi anlamadı, telefonları açmamama bozulanlar oldu, çok gizli bir durum varmış gibi yorumlayanlar, yakın hissetmediğimi düşünüp alınanlar… Halbuki benim bir bildiğim vardı; sürekli konuşup durmak, konuşulan şeyin de pek hoş şeyler olmadığı düşünülürse insanın psikolojisinin içine sıçıyordu.

Bildiğimi sandığım bir sürü şeyin yanlış olduğunu fark ettim bu dönemde. İkinci evre kanser teşhisi konuldu, yani başlangıç aşaması filan değildi benim durumum yine de teşhisin konulması ve tam yerinin saptanması hiç kolay olmadı. Ve ben öyle yorgunluk ağrı vs. hiçbir belirti göstermedim. Süreci merak edenler için, dramatize etmeden, fark ettiklerimi ve yaşadıklarımı hikaye şeklinde anlatan üç yazı yazacağım: giriş, gelişme ve sonuç şeklinde.

Uzun bir cumartesi gecesinin sonunda, saatler oldukça ileri ve kafalar oldukça güzelken, taksilere binip dağılmak üzere mekandan dışarı çıkıyoruz. Çok sık kesişmesek de kesiştiğimiz her zaman çok eğlendiğim çocukluk arkadaşımla ben, bizden daha uzağa – karşıya gidecek olanlara öncelik veriyoruz taksilerde. Herkes parça parça taksilere bindikten sonra, göz göze geliyoruz. İkimiz de muzipçe gülümseyip kol kola girip gülerek başka bir mekana geçiyoruz. Dans ederek o mekanı da kapatıyoruz, kapanan mekanın kapısında laflıyoruz. Onun sigarası var, benim çakmağım. Şansımıza hava güzel, görüşmediğimiz zamanların havadisleri de bol. Eve sabahın ilk ışıklarıyla dönüyorum, güzel bir cumartesi.

Ertesi gün canım miskinlik yapmak istiyor, kendimi koltuktan yatağa, yataktan koltuğa atıyorum. Pek akşamdan kalmalık yaşamamakla ünlüyümdür ben aslında, “Herhalde artık 29 yaşında olmadığımı kabul etmeye başlamam gereken noktaya geldik.” diye dalga geçiyorum kendimle. Üzerinde çok durmuyorum, hiç benim hayatımda olmayan, yeni yeni deneyimlemeye başladığım bu bir anda gelen yorgunluklara başka bir anlam elbette ki kondurmuyorum.

İlerleyen saatlerde, o dönemlerde yüzüme muzip gülümsemeler konduran kahramanımızın, ertesi gün gideceği kayak tatiline beni görmeden gidemeyeceğine karar vermesi neşemi de enerjimi de yerine getiriyor.

Pazartesi günü katılmam gereken önemli şirket toplantısı öğleden sonra başlayacak, ben sabah oldukça erken bir saatte kendimi de gayet iyi hissederek uyanıyorum. Duşa giriyorum, kahvemi demleyip bilgisayar başına oturuyorum. Hani insanın hayatında bazen “Şeytan dürttü.” anları olur ya, hiç bir mantıklı bir gerekçe ve açıklama bulamayacağım bir şekilde, ben o sırada bilgisayarımı da alıp evimin yakınlarındaki hastaneye gidiyorum. Seneye başlarken kontrol amaçlı kan tahlillerimi yaptırmıştım, ki yalnızca kan değerlerim çok düşüktü onunla da “Ben kansızım beni egzotik yerlere götürün.” diye bir mottoyla dalga geçmeye başlamıştım. Yalnızca rutin muayenelerim eksik kalmıştı.

Hastanede bilgisayarımı açıp toplantı gündemini yazarak, sıranın bana gelmesini bekliyorum. Maksimum bir saatte oradaki işlerimi bitirip, üzerimi giyinip toplantıya gitmeyi planlıyorum.

Kendimi çat diye bir hastane odasında anesteziye hazırlanırken ve biyopsi operasyonuna girecekken buluyorum. Arası bende flu, muhtemelen de bir şok yaşıyorum. Şirkettekilere toplantıya gelemeyeceğimi haber veriyorum.“Hastanede misin? Gelelim mi?” diye soranlara, “Gerek yok, basit bir şey.” diyorum.

Hani bazen insanlar ruhum ile vücudum ayrıldı, der ya. Benim de o hastane gününde ruhum ve vücudum ayrılmış gibi hissediyorum. Sanki ben yaşamıyormuşum, ben yaşadıklarımı izliyormuşum gibi… Benim olaylar üzerinde herhangi bir kontrolüm yokmuş gibi, vücudum söylenenlere itaat ediyor.

Gözlerimi biyopsi ve narkoz sonrası hastane odasında tek başıma açıyorum. Ben hastaneye geleli saatler geçmiş ve ben arada olanları çok flu hatırlıyorum. Doktoru görmem lazım, diye tutturuyorum. Şoktaydım muhtemelen, bana söylediği hiç bir şeyi hatırlamıyorum. “İhtimaller neler?” diye soruyorum. “Biyopsi sonuçları çıkmadan tam bir şey söyleyemem; ama kendini kötü senaryolara hazırla.” diyor.

O geceyi hastanede geçirmemi söylüyorlar, “Evim yakın, bir şey olursa hemen gelirim.” diyerek kabul etmiyorum, eve geliyorum ve uzun bir uykuya dalıyorum narkozun ve bildiğim en iyi kaçış yönteminin uyku olmasının etkisiyle…

Ertesi gün uyanıyorum, geride kalan bir günün kabus olmasını diliyorum. Gerçekçi bir kabus. Ama değil, kolumdaki serum izi ve biyopsi sebepli kanamalar kabus olmadığının ispatı. Kendimi oyalamam lazım. Üzerimi giyinip şirkete gidiyorum. Hala o çok şuurlu değilim, bir sis perdesinin arkasından yaşıyorum her şeyi.

Bugüne kadar bir sürü kriz, ihale ve projede birlikte çalıştığım insanların ne kadar aileme dönüştüğünü o gün fark ediyorum. Kollarında ağlıyorum, destek tekliflerinin gerçekliğinden şüphe duymuyorum ve kendimi orada güvende hissediyorum. Bunun rahatlığıyla annemle babama “Bu aşamada İstanbul’a gelmenize gerek yok.” diyorum. Ortada daha net bir şey yokken ortalığı velveleye vermeyelim, acil bir şey olursa da diğer ailem yanımda.

Sonraki günlerde biyopsi sonucunu beklerken şirkete gitmeye devam ediyorum, yakın kız arkadaşlarımla görüşüyorum. Bir şey çıkmayacağından emin gelecek günler için planlar yapmaya devam ediyoruz. “Özel sağlık sigortası olanları bulmuşken gerekli gereksiz her şeyi yapıyorlar.” deyip duranlara inanmak da çok işime geliyor o günlerde. Zaten ben dahil kimse de bana aksi bir senaryoyu yakıştırmıyor. Evime gelen aşırı güzel çiçeklerin tadını çıkartıyorum.

Nitekim sonraki günlerde biyopsi sonuçlarım da temiz çıkmaya başlıyor. Mutluluktan ağlıyorum.

Ama ertesi gün doktorum arıyor, emin olmak için MR ve PET çektirmem gerektiğini söylüyor. Hayda! Bu noktada gerçekten bir özel sağlık sigortası kurbanı olduğuma inanmak istiyorum; ama diğer yandan da konu çok ciddi hiç riske atılacak bir durum değil.

Artık annem İstanbul’a geliyor, araya tanıdıklar konuluyor, duayen bir profesörden de randevu alınıyor. O profesör de aynı şekilde MR ve PET çektirilmesi gerektiğini söyleyince, direkt Amerikan Hastanesi’ne gidiyorum. Hemen o gün ikisini de çektirip konuyu netleştirmeye niyetliyim.

Bütün bu süreçte kendimi en çaresiz hissettiğim anlardan birini orada Amerikan Hastanesi’nde yaşıyorum. MR ve PET’i değil hemen çektirmek, biri için bir buçuk hafta sonraya, diğeri için çok daha ileriye bir tarih veriyorlar. Bu kurguda bunları çektirmek ve bunların sonuçlarının çıkması bir ay sürecek, sonra onları birden çok doktora gösterip emin olmak gerekecek… Yani en az bir ay sürecek bir belirsizlik ve huzursuzluk…

Orada bir koltuğa oturup alternatif çözümler geliştirmeye çalışıyorum. Nişantaşı’ndaki test laboratuvarlarını aramaya başlıyorum. Bana sigortamın detaylarını soruyorlar, ilaçlı mı ilaçsız mı gibi teknik sorular soruyorlar, hiç birini bilmiyorum. Annemle aklımızda ikinci bir soru işareti daha var: Bu laboratuvarlar yeterince güvenilir mi? O sırada paniğim, korkuyorum ve kendimi çok çaresiz hissediyorum. Hırçınlaşıyorum.

Annem “Hadi gel çıkalım buradan, bir yerlerde oturalım, biraz yürüyelim.” diyor.

O sırada vücudumda neler olduğunu, nelerle karşılaşacağımı bilmiyorum; ama kendimi tanıdığım için bildiğim tek bir şey var: Ben bu süreci doktor bir yerde, her doktorun söylediğini başka bir doktora teyit ettirerek, testleri organize etmek için uğraşarak, bekleyerek, güven sorunları yaşayarak, tam anlamadığım teknik detayların iletişimini benim kurmam gerekirken yürütemem. Böyle zor ve riskli bir ihtimal varsa önümde, en azından bu güven ve koordinasyon sorunlarını ortadan kaldırmam lazım.

Bana destek teklifinin samimiyetinden hiç şüphe duymadığım patronuma mesaj atıyorum. Hemen devreye girip beni Koç Üniversitesi Hastanesi’ne yönlendiriyor, “Yarın sabah 10:00’da git, seni şu kişi bekliyor, her şeyi koordine edecek, gözün kapalı güvenebilirsin.” diyor. Şimdi bu günlerin üzerinden uzun bir süre geçtikten sonra bile, her gün minnetle andığım bir dokunuş ve destek oluyor bu.

Üstelik de sadece benim üzerimden koordinasyon yükünü alması sebebiyle değil; daha sonraki günlerde tümörümün ilginç konumu sebebiyle, tam üç farklı uzmanlığa sahip profesörle yürütmem gereken bir tedaviye başlamam gerektiğinde, tereddüt edilebilecek her noktada toplanan bir kurulun beni farklı doktorlar arasında sekerek hepsinden ayrı ayrı teyit almaktan kurtarması sebebiyle çok daha kritik önemde bir dokunuşa dönüşüyor.

Şimdi bu yazıyı yazarken tarihleri kontrol ettim. 27 Ocak patolojinin yapıldığı tarih, 5 Şubat Koç Hastanesi’ne gidip, doktorlarımla tanışıp, “Tamam geri kalan süreci burada içime sinerek yürütebilirim.” dediğim tarih. Yani arada sadece on gün geçmiş. Yaşarken ise bana o süre gerçekten çok uzun geldi. Belirsizlik, güvensizlik, çaresizlik, korku… Sürekli başka yerlerden randevu almak, test sonuçları beklerken hiç bir şey olmamış gibi yaşamaya çalışmak…

Bir de bu süre boyunca beni en çok zorlayan şey herkesin sürekli mesaj atarak ve arayarak “Ne oldu? Ne kanseri?” gibi sorular sormasıydı. Burada niyet sorgulamasına girmeyeceğim, elbette iyi niyetli merak eden yaklaşımlardı bunlar; ancak ben bütün bunlarla uğraşırken ve bu soruların cevaplarını ben dahil kimse bilmiyorken, gündemimde bir kanser şüphesi varken ve ben bir yandan işe gidip gelip olağan çarkları döndürmeye çalışırken, herkesin kendisine cevap verilmesini beklemesi, geçiştirdiğimde trip atılması gerçekten tüketiciydi. Ve gerçekten o noktada ne olduğunu, kanser var mı yok mu, tam nerede gibi detayların hiç birini ben de bilmiyordum.

Bu süreçte soru sormadan bana destek destek veren, yanımda olduğunu söyleyen, ilgi gösteren, tatlı mesajlar atan ve gülümseten herkes bana çok iyi geldi. ❤ İnatla “Ne oldu? Neymiş? Tam neredeymiş?” gibi soruları ben cevapları bilmiyorken ısrarla sormaya devam edenlere içimden “Ne yapacaksın ya ne yapacaksın? Senin merakını mı gidermek konumuz? Doktor musun, iyileştirecek misin?” diye söylendiğim de çok oldu. – Etrafınızdaki benzeri durumlar için bu aklınızda bulunsun. Kişisel meraklarınızı bir kenara bırakıp, destek vermek her zaman çok daha güzel bir yaklaşım.

5 Şubat Çarşamba günü MR çekimime girdikten sonra, PET için cuma gününe randevu oluşturulacakken, “Bana bir süre izin verebilir misiniz?” diye soruyorum. Kaşlar havaya kalkıyor, “Neden?”

“Paris’e gideceğim.” dediğimde herkes delirdiğimi düşünüyor. Beni çok iyi tanıyanlar dışında.

Israrcı oluyorum, pazartesi gününe kadar izin alıyorum doktorlarımdan. Açıkçası o sırada içimde şöyle bir umut da var, bir şeyleri gerçekten enerji ile değiştirebiliyorsak, bunu denemeyi pas geçmek istemiyorum.

MR çekiminden çıktıktan sonra eve geliyorum, uyuyorum. Gece süslenip Bego ile Klein Harbiye’ye Avangard Tabldot dinlemeye gidiyoruz. İnsanların gözleri kolumdaki morluklara, şırınga izlerine takılınca gülmeye başlıyorum, gece kulübünde bunların çekileceği yer çok başka bir yer olur. Işıldayarak dans edip eğlenirken, “Bir kanser şüphesiyle uğraşıyorum.” cümlesini de kendime yakıştırmıyorum.

Sabaha karşı eve dönüyorum, valizimi toplayıp, havalimanına geçiyorum.

“Kanser filan değilimdir ben ya.” diye düşünüyorum, kendimi de çok iyi hissediyorum. Duty Free’de her zamanki gibi kırmızı ruj sürerek makyajımı yapıyor, Big Chefs’te kahvaltı ederken sözleşme yazıyorum ve kimsenin bana “Ne oldu? Neyin var?” diye sormayacağı Paris’e uçuyorum.

Giriş: Kanser mi? Ben mi? Ne alaka ya?” üzerine 7 yorum

  1. Simge Sezer dedi ki:
    Simge Sezer adlı kullanıcının avatarı

    Paris’te hiç bu muhabbeti açmadan sadece kokteyl içmeye gelecektim. Yetişememiştim. Süreci sadece kendini düşünerek yönetmen de halen ilham verici. Sağlıkla 🌸💕✨

    Beğen

    • Sezen dedi ki:
      Sezen adlı kullanıcının avatarı

      evet ya benim de bir luxemburga geçme planımın ortaya çıltığı gece olmuştu denkleşememiştik, bir dahaki sefere bir yerlerde kesişmek dileğiyle 🤍

      Beğen

Yorum bırakın