Giriş ve Gelişme yazılarında anlattığım radyoterapi ve kemoterapi alarak geçirdiğim aylardan sonra, demir takviyelerine alerjik reaksiyon göstermişken ve duşa bile oturacak sandalyem olmadan ayakta giremiyorken; bir yandan da arka planda minik minik Peru hazırlıkları yapıyordum. Kan değerlerimi düzenlemek için bol bol ciğer yiyordum, dağlarda giymek için içlikler satın alıyordum, resvetrol gibi takviyeler içmeye başlamıştım, enerjim el verdiğince şirkete gidip yüz yüze halledilmesi gereken bütün işleri hallederek hastanede geçirdiğim dönemi telafi etmeye çalışıyordum.
Aylarca hastanede veya evdeki koltuğun üzerinde beni baygın yatarken izlemiş annem, beni bir şeylerin yeniden ayaklandırdığını gördüğünden itiraz edemiyordu, ancak onun endişe ettiği şeyi ben de sorguluyordum: Bu sıradan bir seyahat planı değildi. Tedavim biteli daha dört hafta dahi olmamışken ve kan değerlerim henüz normale dönmemişken, bildiğimiz anlamda hastanesi olmayan, Türkiye’den bu kadar uzak bir ülkeye, üstelik de yalnızca şehirlerde gezmekten oluşmayan bir seyahat planı ile gitmeye kalkmak, gereksiz sayılabilecek bir cüretkarlık mıydı? Çok mu aceleci davranıyordum?

Seyahat izni almak için muayenelerimi ve bazı kontrol testlerimi tamamlamak için hastaneye gittiğimde doktorlarım da Peru’ya gitmemi oldukça destekledi. Beni yakından tanımadıkları için, onlar muhtemelen bu seyahati desteklerken, aslında Lima ve Machu Picchu’dan ibaret sıradan turistik bir seyahati destekliyorlardı muhtemelen. Benim kalkışacağım şamanik ‘medicina’ları, tırmanacağım rakımları, terk edeceğim konfor sınırlarını düşünerek desteklediklerini sanmıyorum bu kararı – çünkü ben bizzat kendim bile neye kakıştığımın tam farkında değildim. Yine de ben bu yeşil ışığı almışken daha fazla kurcalamadım.
Hayatımda daha önce hiç bir zaman, herhangi bir istikamete giderken, koşullar ne kadar konforsuz olursa olsun, vücudum buna dayanır mı diye sorgulamaya ihtiyaç duymamıştım. Her şeyden daha çok vücudumun performansına güvenirdim hatta. Bir seyahat tarzı olarak belirsizliği sevenler yazısında anlatmıştım, sadece ilk gece otel rezervasyonu ile dünyanın bir ucuna uçmalar, yazın ortasında 52 derecede yaptığımız otobüs yolculukları, Burning Man gibi olukça zorlayıcı koşullarda hiç vücudumun bunu kaldırıp kaldıramayacağını düşünmemiştim bile. Sonsuz bir enerjiyle, uyumadan, aç, susuz bile seyahat eder, her koşulda uyur, dünyanın içkisini içer, bomba gibi her yeni güne başlardım ben.
Bu sefer koşullar farklıydı. Olabilecek en kapsamlı seyahat sigortasını yaptırdım, annemle birlikte karşılaşabileceğim bütün senaryolarda beni hastaneye kadar idare edebilecek ilaçlardan oluşan bir çanta hazırladık.
“Olağan enerjimde değilim. Neyi ne kadar yapabileceğimi bilmiyorum.” cümlelerini bile sesli söylediğimde gözlerim doluyordu ve ağlamaya başlıyordum; ama gerçek buydu. Hatta gerçeğin oldukça yumuşatılmış bir dışa vurumuydu, yine de benim kalbimi kırıp canımı sıkıyordu.

Normalde biliyorsunuz takılmam ben, “Nazar değecek, nazar değiyor, insanların gözü kalıyor, paylaşma bu kadar…” cümlelerini her gün defalarca duymama rağmen her şeyi gümbür gümbür naklen yayın yaparım, bu sefer o riski bile almadım. 🙂 Telefonda “Sezen Peru’ya gidecek onu toparlıyoruz.” gibi açıklamalar yapan anneme sansürü bastım, ben herkese “O tarihlerde yokum, yıllık izindeyim.” gibi genel geçer açıklamalar yaptım. Yakınımdan bir kaç kişi tabii ki kokusunu aldı, “Sen ne haltlar karıştırıyorsun tam olarak?” diye sordular, verdikleri tepkilere günlerce güldük.
İşte böylece, ben 14 saatlik direkt bir uçuşla Bogota’ya gittim, oradan da yaklaşık 4 saatlik bir uçuşla Lima’ya indim. Aylarca hastane yataklarında, evimin koltuğunda geçirdiğim mesafesizliği tek seferde telafi etmiş oldum.

Konaklama noktası olarak Lima’da iki bölge ön plana çıkıyor: Miraflores ve Barranco.
Miraflores, Lima’nın en turistik, sofistike ve güvenli bölgesi olarak geçiyor. Pasifik Okyanusu kıyısında yüksek falezlerin üzerine kurulmuş güzel manzaralı bir semt ve şehirli ve biraz upscale bir havası var.


Barranco ise bohem havası ile renkli sokakları ile daha hareketli mekanlar ve sokak ruhu sunan komşu semti.


Peru turuma başlarken bunlardan birinde, bitirirken diğerinde kalırım diye düşünerek ilk gece vardığımda kalacağım oteli Miraflores’ten ayarlamıştım. Otel, beklentimin çok altında çıktığı için tavsiye olarak vermeyeceğim, diğer yandan uçaktan gece Lima’ya indiğimde geçtiğim sokaklardan sonra, Miraflores’te kalma kararım çok içimi açtı. Çünkü biraz yürümek, vücudumun performansının sınırlarını görmek istiyordum.
Otelde ilk sabahımda uyandım, tropik meyveler ağırlıklı kahvaltımı yaptıktan sonra, tek başıma kendimi sokaklara vurdum. Güzel bir kahve buldum, kahvemi yudumlayarak Parque del Amor (Aşk Parkı)‘na yürüdüm.

Gaudi tarzı mozaiklerin ve çok güzel dev bir heykelin olduğu bu Parque del Amor, sahil boyunca uzanan Malecon yürüyüş yoluna bağlanıyor. Bu yürüyüş yolu da genel olarak, Peru’nun expatlarının ve Miraflores sakinlerinin falez manzaralı sabah koşusu parkuru.
Altımda taytım, elimde kahvem az önce koşum bitmiş gibi yürürken, gerçekten yakışıklı adamlarla selamlaşmak, bazılarıyla ayak üstü laflamak; kimsenin geçirdiğim hastalığı bilmediği bir yerde hiç kimsenin görüntümden bir şey anlamadığını ve hala flört etme isteği uyandıracak kadar iyi göründüğümü fark etmek ve hepsinden ötesi fiziksel olarak o kadar yolu yürüyebildiğimi görmek bana çok iyi geldi o gün.
Ne de olsa o andan tastamam iki hafta önce bir ameliyathaneden tekerlekli sedyeler ile taşınıyor, adım atamadığım için tekerlekli sandalyeyle geziyor, kovayı ters çevirip üzerinde oturmadan duşa giremiyordum. 29 Mayıs günü, o falezin kenarında çok yakışıklı bir adama gülümseyerek poz verdim ve o sayfayı o gün orada kapattığıma içtenlikle ikna oldum.

Lima’da bu bölgenin ünlü ve harika manzaralı alışveriş merkezi Larcomar’da yürüyüşüme bir mola verdikten sonra yürüyerek Barranco’ya ulaştım.
Miraflores çok güzel bir semt, diğer yandan bana dünyanın diğer ucuna uçmuşum ve Güney Amerika’daymışım hissi vermedi. Tam da bu nedenle ben günümün geri kalanını, renkli sokakları, küçük butikleri ve leziz restoranları olan, bana Güney Amerika hissi veren Barranco’da geçirmeyi tercih ettim.

İç Çekişler Köprüsü olarak anılan, üzerinden bir dilek ve nefesini tutup geçersen dileğinin gerçekleştiğine inanılan köprüden geçtim, sokak resimleri arasında yürüdüm, sanat galeri ile butikler arasında sektim. Bilmediğim bir şehrin sokaklarında olmayı ne kadar özlediğimi fark ettim.


El Cacaotal‘dan şık paketli çikolatalar aldım, öğle yemeği molasını Isolina‘da verdim. Elbette tercihimi ceviche ve pisco sour’dan yana yaptım. Pisco sour’a bayıldım.

Pisco, Peru’nun ulusal içkisi. Üzüm bazlı, damıtılan bir brendi türü. Sek olarak da içiliyormuş ama genel olarak pisco sour şeklinde, yani lime suyu, yumurta beyazı ile shakerda köpürtülerek servis ediliyor. İçine kesin bir şeyler daha konuluyordur, bunu araştırmadım, ama pisco sour olarak kokteyl edilen kokteyl versiyonunun özü bu. Güçlü ama bir yandan da içimi keyifli bir kokteyl. Bana “Uzun zamandır arayıp bulamadığım kokteyl pisco sourmuş.” dedirtti.
Akşam için Maido‘ya rezervasyonum vardı – henüz o tarihlerde dünyanın en iyi restoranları listesine birinci sıradan konmamıştı – ama Nikkei mutfağının öne çıkan adreslerinden biri olduğu için radarımdaydı.

“Nikkei” hakkında da kısaca bilgi verelim, mushaboom8’ciler bütün bu akımlara tabii ki hakim olacaklar ❤ Aslında, kelime olarak ve kültürel açıdan Japonya dışına göç eden Japon kökenli kişiler verilen isim. Bugün Peru’daki en kalabalık Asla kökenli topluluk Japonlar ve Nikkei mutfağı Japon yemek teknikleriyle Peru mutfağını birleştiriyor.
Temel olarak Japon mutfağından ayrılan yanlarını şöyle sıralayabilirim: Japon minimalistliğinden biraz sıyrılıyor, bu hem tat olarak – Japon mutfağının umami tat profilinin yerine daha asidik ve tatlı-ekşi profiller sunuyor; hem de görüntü olarak.


O gün canım uzun uzun bir tadım menüsü yemek istemediği için Maido yerine çok daha basit yol üzerinde bir mekan olan P51‘de oturdum. Herhangi bir yanlış anlaşılma olmasın, ikisi birbirine ikame değil, ancak ikisi de Nikkei mutfağı servis ediyor.
Oldukça lezzetli şeyler yedim, biraz daha pisco sour içtim. O gün orada o günü bol keşifle ve lezzetle geçirmek, yeniden yollarda olmak, aynaya baktığımda gördüğüm kadını beğenmek, vücudumun seyahate sorunsuz uyum sağlaması o kadar güzeldi ki, aylar sonra en mutlu uykularımdan birini uyudum.
Sabahın köründe yakalanacak bir uçağım olduğu için sadece üç saatlik bir uykuydu – ama yakalanacak uçakları, gidilecek yollarım olmasını da çok özlemiştim. ❤
Keyifle, keşifle, yollarda kalın!

“Ve kendimi Lima’da pisco sour yudumlarken Buldum…” üzerine 3 yorum