Bazı yerler harika manzaraları kadar kalbine nasıl dokunduğuyla da hatırlanır.
Melissa Wasi‘de kaldığımız ve şifa ritüellerinden geçtiğimiz bir haftanın sonunda, aklımızda kendimize dair yeni keşfettiklerimiz dönüp dururken, evimiz olan alanla ve valizlerimizle vedalaşarak, minik sırt çantalarımızla yola çıktık. Kendi içimizde yaptığımız yolculuklar zihnimizde ve kalbimizdeyken, şimdi dış dünyayı keşfetme zamanı gelmişti.

Bizim bulunduğumuz bölgedeki yerel halk olan quechua dilinde “apu”, büyük dağ ruhu demek. Her dağın bir ruhu olduğuna inanılıyor. Fırtına, kuraklık, hastalık gibi olaylar meydana geldiğinde insanlar dağlara, özellikle de büyük ve yüksek olan dağlara dualar ediyor ve onlara sembolik hediyeler sunuyor.
Pisac’ta eteklerinde vakit geçirdiğimiz dağlara tırmanma fikri, heyecan vericiydi hiç şüphesiz. Diğer yandan benim açımdan endişe verici yanları da vardı: Çünkü ben yürüyüp yürüyemeyeceğimden bile emin değilken dağa tırmanmaya kalkıyordum!
Hastanedeki tedavim biter bitmez kalkıp Peru’ya gelmiştim. Peru’ya yola çıkmadan bir kaç hafta önce, duşta saçımı yıkayabilecek kadar süre bile ayakta duramıyordum. Kalp çarpıntısı, kansızlık ne ararsak hepsi vardı bende. Ardından Pisac’ta geçirdiğim günlerde de hiç uzun yürüyüşler yapmamıştım – dolayısıyla kondisyonumu gerçekten bilmiyordum.

Aylarca tedavi gördükten sonra, daha birkaç hafta önce tekerlekli sandalyesiz yürüyemiyorken ve yarım saatten uzun süre düz yolda bile yürüyüp yürüyemeyeceğimden emin değilken, Peru’da dağa tırmanmaya kalkıyordum.
Ayrıca benim açımdan zorlayıcı bir diğer faktör de şuydu: Melisa Wasi’den ayrıldıktan sonraki birkaç gün boyunca sürekli yollarda olacağımız için valizlerimizi yanımıza alamıyorduk. Ben hiç ağırlık taşımadan dahi yürüyüp yürüyemeyeceğimden emin değilken, bir de çanta zaten taşıyamazdım. Su ve coca yaprağı yanımda taşıyabileceğim yegane ve en önemli şeylerdi.
Fakat dağlarda havanın çok hızlı değişmesi riski vardı – güneşte ve hareket ederken terleyebilir, sonra bir anda çok soğuk olabilirdi. Üstelik de ben kansızlık sebebiyle zaten çok fazla üşüyordum. Bir de 5.200 metre yüksekliğe giderken, coca yapraklarına güvensem de riske atamayarak doktorumun bana verdiği bir takım ilaç ve minik oksijen tüpünü de yanıma almazsam içim rahat etmezdi.

İlk istikametimiz Gökkuşağı Dağları‘na çıkmak için araçtan indiğimizde, etrafıma baktığımda hiç de adı kadar romantik bir ortam görmedim. “Ne kadar sürecek yürümek?” diye sordum, “Yarım saat” kadar cevabını aldım. “Yarım saatlik yolu da yürürüm herhalde canım, o kadar da değil.” diyerek kendi kendimi gaza getirdim ve yürümeye başladım.
Yaklaşık iki saat sonra, yürüdüğümüz yol gittikçe dikleşirken herkesten çok daha geride kaldım, daha sık ve daha uzun molalar vermeye başladım. Kendi kendime sürekli olarak bir hafta boyunca şifa ritüellerinde öğrendiğimiz gibi zihnimi kapatmayı ve nefesime odaklanmayı hatırlattım. Yukarı tırmandıkça dağların renkleri değişmeye ve belirginleşmeye başladı.

En sonunda neredeyse sürünerek en tepeye ulaştığımda ve o muazzam renkli dağlara baktığımda gözlerim doldu: YAPMIŞTIM!
Bana “Peru’ya gidersin elbette de, Lima’da cafelerde oturursun en çok. Daha fazlasını bekleme.” diyen onkologumu andım ve onu yanıltmış olmaktan tarifsiz bir keyif aldım.
5.200 km yükseğe saatlerce yürüyerek ulaşmıştım ve karşımdaki harika manzaraya bakarken, bir kaç gün önceki seremonideki şamanımızın söylediği cümle kulaklarımda yankılandı: Hayatınızdaki tek engel kendi zihninizin koydukları ve kendinizden başka hiçbir engeliniz yok.
Benim orada onlarla bu maceraya atılmamdan endişe duymamış, tam aksine beni hep yüreklendirmiş ve durumumu normalleştirerek dramadan uzaklaştırmış Merve ve Arda’ya koşarak ikisine de şükranla sarıldım ve teşekkür ettim.
Gökkuşağı Dağları’na tırmanmak, Pisac deneyimimin ve şifa ritüellerinin de bir özeti gibiydi: Zorlukların ve korkuların içinden geçerek hafiflemek ve genişlemek.

Gökkuşağı Dağları’ndan sonraki istikametimiz de oldukça ilginçti: Peru’da dağlar komünlere ait. Ancak bu bizim bildiğimiz anlamda bir mülkiyet anlamına gelmiyor, onların koruması altında da diyebiliriz. Komünler bu dağlara manevi bir görev hem de toplumsal bir sorumlulukla bağlı – dağlar da onların kutsal ve ekonomik varlıkları. Dışarıdan gelenlerin dağa çıkışı komünün onayına tabi.
“Galiba dünyanın en sonuna geldik.” esprisi yapacağımız kadar uzun yollar kat ettikten sonra gerçekten çok ıssız ve uzak bir yere vardık: İki günümüzü birlikte geçireceğimiz komüne.

Bizim sevgili rehberimiz Arda ile (ki bu bölgelere gitmeye kalkarsanız mutlaka onunla gitmelisiniz) yakın bir dostluğu olan komünde kaldık biz.- Arda onları geliştirmek üzere sürekli önerilerde ve tavsiyelerde buluna buluna, bizim ziyaret ettiğimiz komün beklediğimizden çok daha modern koşullara sahip bir yer haline gelmiş. Daha önce başka komünlerde kalmış olanların deneyimlerinin aksine biz tertemiz yataklarda yattık ve çok lezzetli yemekler yedik.

Soğukla başa çıkmak için battaniyemize nasıl koza gibi dolanacağımızı öğrendiğimiz ve erkenden uyuduğumuz geceden sonra atların üzerinde bir gün geçirdik: Ausangate’ye ve eteklerindeki göllere gittik. Ausangate, apuların babası. Gökyüzünün kalbine açılan kapı.

Dizi dizi dağların yalnızca bir tanesinin karlı olması, göllerin renklerinin sıra dışılığı, çat diye karşınıza çıkan lama sürüleri ile burası insanı gerçekten hipnotize eden bir doğal güzellik sunuyor. Buna ek olarak buranın farklı ve çok derin bir anlamı daha var: Dağ gibi bir sağlamlıkla, öğrettiklerine şükran duyarak bir şeyleri geride bırakmanın ve yeniye niyet etmek için kutsal bir alan olarak kabul ediliyor.

Burada geçirdiğimi bir günün sonunda geri dönüş yolundaki görüntü, hafızama kazılı anlardan biri: İncecik bir toprak yol, hepimiz rengarenk pançolarla tek sıra halinde giden atların üzerindeyiz, kimse konuşmuyor, güneş yavaş yavaş batıyor…

O gün komün evine geri döndüğümüzde, toz topraktan simsiyah olan yüzlerimizi ıslak mendillerle silmiş, çay ve kahve içerek sohbet edilirken, konfor alanından çıkmayı yücelten bir sohbet yapılıyordu. Herkesin gelişmek için konfor alanından çıkmasının ne kadar önemli olduğu konuşuluyordu.
O gün boyunca Ausangate’de neyi geride bırakmak istediğimden bir türlü emin olamamıştım. Orada o anda birden cevabı buluyorum: Ben zorlamayı geride bırakıyorum. Artık konforu ve keyifle büyümeyi seçiyorum.
Ben senelerdir doğrudan konfor alanımın dışında yaşıyorum. İşimde her gün, her an önümde yeni bir sınav beliriyor. Seyahatlerimi ardı ardına diziyorum, çoğu yorucu ve zorlu maceralardan oluşuyor. Kendimi sürekli olarak uykusuzlukla, sıcakla, soğukla, açlıkla sınıyorum. Kazandığım paranın bile tamamını harcamıyorum. Dayanıklılık ve irade konularında kendi limitlerimi sürekli olarak zorlayarak yaşıyorum. Yıllardır işte böyle hep biraz daha öteye gidebilmek, kendime kanıtlamak, “yapabiliyorum” diyebilmek üzerine bir yaşam sürüyorum.

Gökkuşağı dağlarına çıkmak ve çıkabilmek evet bana çok iyi geldi. O hastane günlerinin, tekerlekli sandalyelerin, evin koltuğunda nefessiz kaldığım, uzun bir duş almaya bile gücümün yetmediği günlerin geride kaldığının ispatıydı.
Ama orada, tam da o anda şunu fark ettim: Ben kendimi konfor alanlarının dışında yeteri kadar test ettim, gücümü zorladım, sınavlardan geçtim. Bundan sonra ihtiyacım olan şey sınav değil, konfor, şefkat ve zevk. Kendime yavaşlamayı borçluyum ve kendimi keyifle, yavaşlıkla, konforla sarıp sarmalamak istiyorum.
Ki farkındaysanız Peru’dan sonraki bütün hayat seçimlerim de işte bu yeni farkındalığın izinde oldu. Kendime şefkat duymayı ve kendimi şımartmayı hala öğreniyorum. ❤
Ben o dağlardan, gücün sadece dayanıklılıktan değil, dinginlikten ve akışta kalabilmekten de gelebileceğini; kendimi yormadan da büyüyebileceğimin bilgeliğini aldım. Mücadeleyle, zorlanmayla, sınırları zorlayarak gücümü kendime kanıtlama ihtiyacı yerini, zaten güçlü olduğumu bilmeye bıraktı.
Acıdan değil, şefkatten güç çıkartarak kalın!

“Peru: Gökkuşağı Dağları, Ausangate ve Dağların Bilgeliği” üzerine 3 yorum