Peru benim için, Peru’ya gelene kadar Machu Picchu’dan ibaretti. Hatta yılbaşında bir vision board hazırlarken Machu Picchu’nun da bir fotoğrafını eklemiştim.

Peru’nun tam neresinde olduğunu bilmediğim bir kayanın üzerinde oturmuş, sakince etrafımı izlerken Machu Picchu’yu göremeden Türkiye’ye geri dönme ihtimalinin içindeyim.
Peru’ya gelip, Peru’nun en ünlü ve en görülesi yeri olan Machu Picchu’yu görmeden o ülkeden ayrılma olasılığının olağan koşullar altında beni üzmesi gerekir(di). Gelgelelim o sırada, olağan koşullar içinde değilim, daha doğrusu neyin olağan olup olmadığından bile emin değilim artık.
Bir kanser tedavisi devirmiş, tekerlekli sandalyeden kalkar kalkmaz, daha Boğaz hattında bile “Yürüyebiliyor muyum acaba?” denemesi yapmadan Peru’ya uçmuş, ayahuaska dahil olmak üzere çeşitli şifa ritüelleri ile bugüne kadar zihnimin kalbimin en kurcalanmamış yerlerini bir kurcalamış, 6.000 rakımda gökkuşağı renginde dağlara çıkmış, ardından bir dağ komününde atlar üzerinde bir gün geçirmiş, daha önce Brezilya’da gitmeye niyetlenip gidemediğim Amazonlara bir ziyaret gerçekleştirmiş, hatta Amazonlar’da bir gece boyunca otelin hoparlörlerine bağlanıp delice Türkçe pop parti yapmışım. Hayatımda on gün önce hiç tanımadığım bir grup insanla oldukça absürt anları ve en derin yaralarımızı paylaşarak aile olmuşum.

Ayrıca -Ayahuaska denemiş olanlar beni çok iyi anlayacaktır – gerçek sandığımız şeyin aslında pekala bir rüya olduğuna ikna olmuş ve tam bu yüzden sersemlemiş durumdayım. O zamana kadar her şeyin esası sandıklarım anlamını oldukça yitirmişken, hayatımda her şey yerli yerine mi oturdu, her şey çok mu karıştı kestiremiyorum.
Geçmeyi planladığımız yola çığ düşmüş olması sebebiyle yolun ortasında mahsur kaldığımız o anda elimizdeki tek seçenek, bir yerli komünün eşya taşımak için kullandığı bir aletle nehrin karşı kıyısına geçmek.
Komün o aleti kullanmamıza ve onların alanına girmemize izin vermediği için Peru mafyası devreye girip bize yardım ediyor, sonra da biz o alete oturmuş nehrin ortasındayken yine çekişme başladığı için orada havada asılı kalakalıyoruz. Bütün bunlar Türkiye’den gittiğimiz birkaç gün içinde başımıza gelse muhtemelen panik olur, korkar, sinirlenirdik; fakat o ana kadar nelerin nelerin içinden geçtik, hepimiz oldukça sakiniz.
Dolayısıyla içinde bulunduğumuz koşullar altında, Machu Picchu’yu görmeme ihtimaline de çok takılmıyoruz.

Sonunda nehrin karşı kıyısına ulaşıyoruz, oradan da bir tren istasyonuna geçiyoruz. Fakat gittiğimiz tren istasyonundaki trenler turistik tren değil, bizim onlara binme iznimiz yokmuş. Nehrin karşı kıyısına geçmek için komün ile yürütülen müzakerelerden sonra, bu sefer de sevgili rehberimiz Arda tren istasyonundaki görevli ile oldukça uzun bir müzakere yürütüyor. Sonunda biz o trene binmeyi ve Aguas Calientes kasabasına ulaşmayı başarıyoruz.
Aguas Calientes, Machu Picchu’ya ulaşmak için konaklanan kasaba olduğu için oldukça turistik ve canlı bir kasaba. Aslında Aguas Calientes’e, Ollantaytambo’dan turistik trenlerle de çok pratik ve konforlu şekilde gelinebiliyor bu arada – biz araya Amazonları eklediğimiz için biraz daha maceralı bir şekilde varıyoruz.
Aguas Calientes’te bir gece kaldıktan sonra, ertesi sabah 5:00 gibi uyanıp Machi Picchu’ya çıkacağız. O gün boyunca yaşadığımız maceralardan yorgunuz; ama oda arkadaşım Ecem ile kalacağımız otel odasını gördüğümüzde tek kelime bile etmemize gerek olmadan – artık neredeyse telepatik iletişim kurabiliyoruz- üzerimizi bile değiştirmeden kendimizi yeniden sokağa atıyoruz.


Peru’da alışveriş yapmak için iyi duraklardan biri Aguas Calientes. Biz buranın çok turistik olduğu için çok pahalı olacağını düşünmüştük, bizi olumlu anlamda şaşırtıyor bu açıdan. Pisac‘tan çok daha ucuz her şey çarşısında. Biz soğuk temple’lardaki şifa seramonileri ve dağlardaki gezintiler için pançolar, kazaklar kalın kıyafetler hepsini Pisac’tan almıştık, Aguas Calientes’in çarşısından da özellikle harika takılar, alpaca yününden şallar atkılar ve hediyelikler alıyoruz.
Oturduğumuz Fransız restoranında gelen sıcacık ekmekler ve tereyağı ile kendimizden geçiyoruz. Ardından menüde olan neredeyse her şeyi söylüyoruz, kadehlerce şarap içiyoruz. Çok uzun zaman sonra şık bir restoranda olmak ve şarap içmek o kadar güzel geliyor ki. Alpaca etinden carpaccio’yu da ilk defa burada deniyor, bütün ceviche çeşitlerini tadıyoruz.


Ertesi sabah da uyanıp Machu Picchu’ya gidiyoruz. 1450’li yıllarda İnka İmparatoru tarafından yaptırılan bu merkez, gerçekten büyüleyici. Machu Picchu ile havalı fotoğraflar çektirmek için sisin dağılmasını beklemek gerekiyor, biraz bekliyoruz sonra dayanamayıp “Tamam ya bu bulutlular da yeter” diyerek gezmeye başlamak için fotoğraf noktasından ayrılıyoruz.

Dünyanın yedi harikasından biri olan Machu Picchu kadar, bulutların üzerinde olma hissine de bayıldım orada. Cusco’dan buraya ulaşan ve 4 gün 3 gece süren Inka Trail yolu, ruhsal arınma yolu olarak da kabul ediliyor.

Dönüşte tavanı cam turistik trenle proseccolarımızı içerek dönüyoruz. Machu Picchu ziyaretimizden sonra bizim Peru’daki doğa keşiflerimiz son buluyor. Hala tam yerli yerine oturtamadığımız çok şey var o günlerde zihnimizde, kalbimizde; ama artık olağan hayata adaptasyona başlamak için şehre dönmek üzere yola çıkıyoruz.


Burada not aldığım bir motto var, hala kendime sıkça hatırlatıyorum: Teslim oluyorum. Gücüm yumuşaklıktan geliyor.
Her şeyin bir rüya olduğunu hatırlayarak kalın!

“PERU / Machu Picchu – Gücüm yumuşaklıktan geliyor.” üzerine bir yorum