Peru’dan döndüğüm gün itibarıyla vücudum, özellikle de karın bölgem şişmeye başlıyor. İstanbul’daki ilk sosyal planım için dışarı çıktığımda, beni çok yakından tanıyan arkadaşım “Seni ilk defa bu kadar bol ve uzun bir üstle görüyorum.” diyor. Yaz kıyafetlerinin tamamı crop üstlerden, bele oturan elbiselerden ve mini eteklerle şortlardan oluşan ben, bu kıyafetlerimin hiçbirine sığmıyorum, eteklerimin ve şortlarımın fermuarları kapanmıyor.
İlk başlarda hiç ciddiye almıyorum. “Uzun uçuşlar yaptım”, “Peru cipsleri çok lezzetliydi onlardan çok yedim.” gibisinden sebepler buluyorum kendi kendime. Çünkü benim çok kilo aldığım dönemlerde bile hiç göbeğim olmadı.
Kendimi bildim bileli karın kaslarım her zaman haset duyulacak seviyede oldu, hatta ne kadar bira içsem de, ne kadar kilo alsam da karın kaslarım etrafı hep selamlamaya devam etti. Karnımı deldikleri yumurtalık taşıma ameliyatını oldum, aylarca spor yapmam yasaklandı yine de beni hiç terk etmediler.
O yüzden dolabımda hiç giymediğim bazı elbiseleri giyiyorum, göbeğimi tutarak şakalaşıyorum, maydonoz saplı detoks suları içerek birkaç günde olağan halime geri döneceğimi sanıyorum.
Peru ailemle bile buluştuğumuzda “Sen böyle değildin Cusco’da ayrılırken!” diyorlar. Yakın arkadaşlarımdan birinin doğum gününe gidiyorum, yanaklarım fotoğraflarda her şeyden daha çok dikkat çekiyor.
Şişen göbek ve yanaklarımın geçici bir şey olduğundan emin olduğumuz için (hayırdır bu özgüven aloo??!) gayet gülüp eğleniyoruz, hiç ciddiye almıyoruz, “Sezen ve yanakları olarak katılım sağlayacağız.” gibi şakalar yapıyoruz. İlk bir hafta komik. İkinci hafta komikliğini kaybetmeye başlıyor.


Hemen salatalar, detoks suları, yürüyüş planları şeklinde kontrolü ele almak için çabalamaya başlıyorum. Çünkü planlayarak ve harekete geçerek her şeyin hallolacağına çok inanırım. Ve fakat hiç bir şey düzelmiyor!!
Tartıya çıktığımda 53 kiloları görmeye başladığımda ve yalnız karnım ile yanaklarım değil, bacaklarım da şişmeye başladığında paniğe kapılıyorum. Smoothieler yapsam da, yalnızca salatalarla beslensem de genişlemeye ve ağırlaşmaya devam ediyorum.
Benim o halim için bile “Şu an şikayet ettiğin hal, başka birilerinin hayali bunu unutma.” gibi mesajlar geliyor. Bunu anlıyorum, benim çıktığım 53 kilo başka birilerinin düşmeye çalıştığı nokta. Diğer yandan herkesin bir normali, alıştığı bir hali var – ben beslenmeme bu kadar dikkat ederken, ödem boyutunu da geçip bir de gerçekten kilo almaya başlıyorum.
Fermuarlarım tam kapanmıyor, karın kaslarım ve bronz bacaklarım yıkılıyorken üzerimde çok seksi duran şortlarım üzerimde özensiz görünüyor. Giyinmekte zorlanıyorum. Yazı hayal ederek kışın ortasında aldığım mayokiniler, arasından göbek çıkınca üzerimde hiç hayal ettiğim gibi durmuyor.

O güne kadar kilosundan yakınanlara dürüst olayım hep biraz burun kıvırmıştım, “Yersen tatlıları tabii ki kilo alırsın.” gibi ukala cümleler kurmuştum. Kilo alıp vermenin çok basit bir matematiği olduğunu düşünüyordum, yediğinden daha fazla yakarsan kilo verirdin. Bu kadar abartılacak bir şeyi yoktu!!
Hayatımda uzun zamandır olmadığı kadar yediğime içtiğime dikkat etmeme rağmen, hayatımda uzun zamandır olmadığı kadar genişliyorum!
O sırada kulağımda bir ses yankılanıyor: “Kendini sevmek şu an tam ve eksiksiz olduğunu fark etmekle başlar.”
Ayahuaska’dan beri içimdeki pachamama’ya bir selam veriyorum: Sürekli şişen vücudumla şimdi de bir self-love sınavı mı veriyoruz?
O zaman gerçekten oturup zayıflık takıntım hakkında düşünmeye başlıyorum. Ben en son üniversite sınavlarına hazırlandığım sene – sürekli olarak oturup test çözdüğüm için ve sonra üniversitenin ilk senesinde – müthiş yemekler yapan Ece ile yaşadığım için kıvrımlı bir vücuda sahiptim. Sonra Covid gibi istisnai bazı dönemlerde de kilo aldığım zamanlar oldu – ancak genel olarak hep fit ve formda sayılacak bir çizgide oldum.
Sadece hayatımda bir dönem var; aldatıldığımla yüzleştiğim ve sevgilimden ayrıldığım, hayatımda ilk defa özgüven ile ilgili büyük sınavlar verdiğim bir dönemde iştahım inanılmaz kaçmıştı ve anoreksik seviyede zayıflamıştım.

Cin Tonik Kokulu Aşklar şeklinde serisini yazdığım dönem… O dönem, zihnimdeki kıtlık psikolojisini kırdığım, haliyle erkeklerden de çok ilgi gördüğüm bir dönemdi. Muhtemelen o ilgi anoreksik zayıflığımdan değil, kıtlık psikolojisinden çıkmanın tavırlarımdaki ve hayatımdaki değişikliğinden kaynaklanıyordu; ama bilinçaltım bir şekilde zayıflıkla güzelliği eşleştirmişti. O günden beri de hep çok fit kalmıştım.
Şimdi de bu kalıbımla ve bu takıntımla yüzleşme zamanım mı gelmişti acaba hayatta? Kendimi karın kaslarım olmadan, aşırı fit değilken de sevebilecek miydim?

Bu kilo konusuyla başa çıkmaya çalıştığım dönemlerde, bir de sol elimde tuhaf bir uyuşma karıncalanma hissi başlıyor. İlk başlarda ne zaman o his olsa elimi biraz sallıyorum normale dönüyor. Ancak gittikçe çok daha şiddetli bir hale geliyor. En sonunda bir gece ben elimin ağrısından – ki ağrı eşiği haddinden fazla yüksek bir insanımdır- ağlayarak uyandığımda ve tekrar ağrıyacak diye yataktan kalkıp salondaki koltukta dikey uyuduğumda, sabah bizimkiler beni hastaneye götürüyor.
MR’lar, çeşitli kontroller, muayneler sonrası double crash müjdemi alıyorum. Hem boyun fıtığı başlangıcı hem de sol elimde carpal tunnel varmış. Bana yazılan raporlu ilaçları bulabilmek için onlarca eczane geziyoruz. İlaçların adını duyan her eczacının yüzünde oluşan ifadeyi görünce ben durumun ciddiyetini anlamaya başlıyorum, oldukça uyuşturucu bir ilaç bana raporla yazılan ilaç.
Hemen ekşi sözlükten bakmaya başlıyorum kullananların yorumlarına; baş kaldıramayacak kadar uykusuzluk, unutkanlık, ilacı bırakamamak… Dehşete kapılıyorum okudukça. Geriye sapasağlam kalmış tek şey zihnim o sırada. Vücudumdaki ardışık dökülmelerin inadına hala canavar gibi çalışan tek nokta ve sol elim ağrıyor diye ondan mı vazgeçeceğim?! Üstelik de benim yaptığım profesyonel iş muazzam bir dikkat ve odaklanma gerektiren bir iş!
Ben hayatımda antidepresan bile kullanmadım! Bu tartışmaya açık bir konu elbette, kullanan ve kullanmayı tercih eden herkesin seçimine de saygı duyuyorum. Benim tercihim bu yönde değil, ben yaşadığım her şeyi sonuna kadar hissederek yaşamak istiyorum. Allah dayanamayacağım kadar büyük bir acı vermesin.
Kanser tedavim boyunca her bir doktorumun bana çeşit çeşit yazdığı antidepresanlarla dolu reçetelere bile burun kıvırdım, bilinçli bir tercihle reddettim. Zihnimdeki keskinliği yalnızca meditasyon ve dans gibi bana zevk veren şeylerle kapatmayı sevenlerdenim ben.
Koskoca kanser teşhis ve tedavisini bile antidepresan kullanmadan atlatmışken, şimdi kolum uyuşuyor diye zihnimi tamamen bloke eden bir ilaç mı kullanacağım?!
İlaçlarımı bulmuş eve dönerken, bizimkiler “Sana bir şey söylememiz lazım” diyor. Daha ne olabilir ki? Babam bilgisayarımı yanlışlıkla yere düşürmüş, bilgisayarım açılmıyor. Peru’dan döndüğümden beri üzerinde çalıştığım, son bir kontrol ederek yollamak üzere beklettiğim ve herhangi bir yerde yedeği olmayan işlerin çoğunu da kaybediyorum bu yüzden.

Ben sürekli eski ışıltılı, sağlıklı, her şeyi halleden halime dönmek için muazzam bir çaba harcarken, sürekli olarak bir şeyler daha bozuluyor ve dağılıyor. Eve dönerken ağlamaya başlıyorum. “Allah’ım nasıl bir yanlış yaptım bilmiyorum, beni neyle sınıyorsun?”

O gün ağlayarak denizi izlerken şöyle bir döngünün farkına varıyorum: Kanserden kurtulmak için kemoterapi ve radyoterapi aldım, sonra onların yan etkisi olarak kemiklerim zayıfladı. Bundan dolayı carpal tunnel ve boyun fıtığı teşhisi aldım, bunun için yazılan ilaç ise sonra dilediğim zaman bırakamayacağım ve zihnimi bulanıklaştıracak oldukça ağır bir ilaç. Sonra da bu ilacın etkileri bambaşka şeylere sebep olacak muhtemelen.
İnsanın hayatında bazı dönüm noktaları vardır ya… Bence o an benim için böyle dönüm noktalarından birini yaşıyorum.
Vücuduna bir kere kemoterapi ve radyoterapi aldıktan sonra, vücudunun bazı açılardan zayıfladığı bir gerçek. Ama her şeyi aşırı ciddiye almaya başlayarak, çok hassas davrandığım bir senaryoda, nereye bakarsam neyi kurcalarsam bir sorun çıkıyor. Sürekli olarak ilaçlar kullanarak, çok hassas çok özenli yaşamak bir seçenek… Ve kesinlikle bana göre bir seçenek değil. Eve dönüyorum, “Ben bu ilacı kullanmayacağım.” diyorum.
Neye güvendiğimi, ne yapacağımı tam olarak bilmiyorum o sırada. Ama bildiğim tek bir şey var: Bu hastalık döngülerinin içinde ilaçlar ve yan etkiler denizinde yüzmeyeceğim. Ayrıca Peru’dan yeni dönmüşüm; limitlerin sadece kendi zihnimizin bize koydukları olduğuna içtenlikle inanıyorum. Vücudumda ardışık olarak patır patır yeni teşhisler ortaya çıkıp dururken, ne yapacağımı, nasıl yapacağımı bilmesem de artık ilaç kullanmamaya karar veriyorum.
Eczacı olan anneme soruyorum, “Bu ilacı kullanmasam ama bana en zor anlarım için oldukça kuvvetli bir ağrı kesici verir misin?” – Şimdi üzerinden çok aylar geçtikten sonra şunu söyleyebilirim, hala bazen özellikle biçimsiz uyuduysam ertesi gün sol elimin orta parmağı uyuşmaya devam ediyor; ama o ilacı ve o güçlü ağrı kesiciyi bile hiç kullanmadım. Ve zihnim de ruhum da çok şükür pırıl pırıl.
Bilgisayarımı düşürdüğü için çok hiddetlendiğim babama da gidip sarılıyorum,. Evet o işleri o gün yollamaya söz vermiştim, fakat hiç bir iş sevdiğim insanlardan da mutluluğumuzdan öncelikli değil. İşi bazen yanlış şeylerden daha fazla önceliklendiriyoruz. İşi söz verdiğimden geç yollamayı, babamı üzmeye tercih etmeyi öğrenmem lazım. Kendime güzel bir kahve demliyorum, uyuşuk sağ elimle kaybettiğim sözleşmeyi yeniden yazmaya başlıyorum.
O güne kadar, aradan geçen bütün tedavi sürecim boyunca da sürekli olarak kendi eski halime dönmeye çalışmıştım. İnatla, ısrarla, kendimi zorlayarak. Bunun doğru bir yöntem olmadığını o anda sezgisel bir şekilde biliyorum. Çok net olarak.
Ki hadi dürüst olayım, bütün bu olaylardan önce, evet harika görünüyordum, haftada atmış saat çalışıyordum, her ay efsane bir festivalde dans ediyor, muazzam seyahatlere çıkıyordum, hiç uyumuyor her şeye yetişiyordum; çok imrenilecek bir hayat yaşıyordum ama yine de içimde bir tatminsizlik vardı. Hiçbir şey hissetmez olmuştum! “Değişim zamanı geldi hissi” isimli bir yazı dizisi yazıyordum, evimi köşe bucak temizleyerek bir şey arıyordum. Ne kadar ironiktir – her zaman beni en iyi eski sevgililerimin tanıdığını iddia ederim onu doğrulayan bir mesaj aldım geçen günlerde: “Herkes senin her şeyi çözmüş, on the top of the world olduğunu düşünürken, en kötü halinde olduğunu düşünmek bana kötü hissettiriyordu.”
Gerçekten de çok iyiydim, çok eğlendiğim zamanlar da olmuştu, ama onu tüketmiştim.
Artık yeni bir şeyler kurmamın zamanı gelmişti. Neydi bilmiyordum, hala da emin değilim. Ama eski bene dönme çabasını bir kenara bırakmam lazımdı!

Şiş göbeğimle, yanaklarımla, tamamen uyuşuk sol kolumla, henüz tamamen iyileşmemiş kanser teşhisimle oradayım o sırada. Kendi kendime diyorum ki: “Hepsini halledeceğim, ama eskiye dönmek gibi bir aceleyle, hırsla değil. Bütün bunlar bana ne öğretmek, ne anlatmak istiyor, önce onların içinden geçerek…”
Benim yazımın seyri bu noktada değişiyor.
(Devamı tabii ki gelecek… ❤ )


“Sürekli Şişen Vücudum, Double Crash ve Çaresizlikten Müthiş Eğlenceli Bir Yaza Dönüm Noktası” üzerine bir yorum