Şirkette her şeyiyle sıradan bir pazartesi.
Herkes bir yerlere koşuşturuyor, mailler yağıyor, kahve almaya veya tuvalete giderken ayak üstü sohbetler ediliyor. O sırada telefonuma bir ekran görüntüsü geliyor. Londra – İstanbul bileti karşımda duruyor. “Ajandana kaydet” notuyla…
İnanamıyorum! Şirketteki masamın üstüne çıkıp dans etmek istiyorum. Yüzümde şapsal ve kocaman bir gülümsemeyle kendi kendime mırıldanıyorum: “Geliyor İstanbul’a geliyor, bana geliyor, ben ciddi olduğunu düşünmemiştim!”
Çeşme’de Chill Out Festival’de yanyana dans ederken, birileri poloroid fotoğrafımızı çekip elimize tutuşturmuştu. Fotoğrafa bakıp “Harika bir çift olmadık mı?” dediğinde yalnızca gülmüştüm. “Yağmurlu Londra günlerinde lazım olur, sende dursun.” diyerek fotoğrafı ona vermiştim.
Saatler sonra “ölmeden yapmanız gereken şeylerden biri” diyerek bizi kandırdıkları Pastörsüz Efes’lerimizi içerken, dudağıma bir öpücük kondurduğunda, “Ooo Fransızla french kiss! Hayatımda bir ilk.” diye geyik yapmıştım.
“Londra’ya gel lütfen.” diye ısrarcı olduğunda, çok absürd bir tesadüf olmadıkça, o haftasonu bittikten sonra bir daha ömrümüzün sonuna kadar birbirimizi görmeyeceğimizi sanmanın rahatlığıyla, “Londra havası bana göre değil, daha sıcak başka yerlere gidelim, her yere gidelim.” demiştim.
İkimiz de kendi hayatlarımıza geri döndükten sonra, ben sürekli bir yerlere seyahat ederken, “Dünyanın en harika şehirlerinden birinde seni bekleyen çok tatlı bir Fransız olmasına rağmen, neden burası hariç her yere gidiyorsun ki?” diye sorduğunda, aynı hafiflikle, “Çünkü orada hava çok soğuk.” demiştim. “Benim seni ısıtacağımdan şüphen mi var?” cevabına bayılmış, herkesin hayatına flörtöz bir Fransız lazım, diye düşünmüştüm.
İstanbul’a gelmesini çok içten istemiştim; ama bana evlenme teklif ettiğinde nasıl ciddi olduğunu düşünmediysem, Kıbrıs’tan ne zaman döneceğimi sorduğunda bunu bir plan yapma olarak da algılamamıştım.
Doğum günümde yapacağım Kıbrıs seyahatinden konuşurken, “Sen de bana cuma cumartesi ve pazar günü günde 3782738123 kere bol şans dile.” demiştim. “Bütün ihtiyacın şans mı?” diye sormuştu. “Yanımda olmadıkça karşılayabileceğin tek ihtiyacım bu, evet.” demiştim.
Ve birkaç dakika sonra karşımda bilet duruyordu. O geliyordu.
Mutluluğumun yerini bir panik dalgası aldı. Çünkü bir de “gerçek hayat” vardı. Aynı tarihler için yogitama Samsun’a gitme sözü vermiştim!! Evim leş gibiydi, o gelene kadar nasıl temizleyecektim!! Haftasonları seyahatlerde, hafta içleri gece yarılarına kadar MBA derslerindeydim!! Uyumam lazımdı, enerjik ve bakımlı olmam lazımdı!! Ve bunların hiçbiri için zamanım yoktu!!
Derken beklenen gün geldi. Şirketin havalimanına yakın olmasının avantajını kullanarak, haftanın son sunumunu hazırladıktan sonra, bir taksiye atlayıp doğru havalimanına gidip onu karşıladık. Havalimanından metroya binip, Kanyon‘dan çıktık.
“Bu hiç turistik bir aktivite olmadı.” dedik, baktık onun için hava hoş, oturup birer bira içip haftasonunu başlattık.
Akşam yemeği için istikametimiz Reasürans Pasajı’ndaki yeni yerine taşınan ve artık akşam yemeği servisi de yapan Kantin oldu. Öğle klasiklerinin akşam servis edilmemesine, menüde çok az seçenek olmasına biraz bozulduk; mantar salatası ile yemek faslını geçiştirdik. Neyse ki kokteyller lezizdi! Öğle yemeği açısından bir klasik olan Kantin’e, yemekten çok kokteyl içmek için uğramanızı tavsiye ederim.
Yemekten sonra mahalle barımız Efendi‘ye gittik. Bir zamanlar haftanın en az üç gecesini geçirdiğimiz barımıza uzun zamandır uğramamıştık. Alıştığımızdan çok boştu. Alt kattaki çift kişilik yatağın üzerine uzanıp, kahveli ve romlu efsane kokteyli Disconap’ten yuvarlarken, kapatıyoruz, dediler.
Cuma gecesini bitirmek için çok erken bir saatti. Misafirime Türkçe pop şoku yaşatmak için de…
Nereye gidebilirdik? İstanbul’da club neresi kalmıştı ki? Orası kapandı, burasının kitlesi kötü oldu kritiklerinden sonra, yıllardır varlığını koruyan Minimüzikhol‘de aldık soluğu. Bizi hiç hayal kırıklığına uğratmayan eski bir dost gibi karşıladı.
Sabaha kadar dans ettikten sonra, yine bir İstanbul gecesi klasiği olan Kızılkayalar’ın ıslak hamburgeri için sıraya girdik. Eski Taksim gecelerimizi, Roxy’nin önünde sokağa uzayan sıraları, Hayal Kahvesi’ni, Line’ı özlemle anarak…
“Ben sanırım turist gezdirmiyorum, bütün sene boyunca haftasonlarımı İstanbul’dan uzakta geçirdiğim için kendi özlediğim yerlere gitme bahanesi olarak onu kullanıyorum.” diye kendimle dalga geçtiğim saatlerde, çoktan cumartesi sabahı başlamıştı.
Haliyle de ertesi gün öğlene doğru ancak uyanabildik.
“Türkiye’ye yalnız kahvaltı için bile tekrar gelirim.” diyip durduğu için evimin dibindeki Bazlama Kahvaltı’ya götürmek vardı onu aklımda; ama önündeki sırayı görünce, ufak bir rota değişikliği ile Grandma‘ya oturduk.
Kruvasanın nasıl telaffuz edildiğini ve çikolatalı kruvasan diye bir şey olmadığını ona “pain au chocolat” denildiğini öğrendik. Grandma’nın menemeni, tostları, hamur işleri, kahvesi, her şeyi harikaydı. Keyifli bir kahvaltı için mutlaka listenizde bulunsun.
Kahvaltıdan sonra, Taksim’e geçtik. Ben ona Gezi direnişinin fotoğraflarını gösterirken, yaşananları anlatırken Galata’ya kadar yürüdük.
Galata Kulesi ile birlikte haftasonumuzun turistik kısmı başladı. Kapalıçarşı, Sultanahmet, Mısır Çarşısı, Eminönü… Kahkahalar atarak, birbirimize takılarak, çok eğlenerek…
Güneş batarken, vapura atlayıp Kadıköy’e geçtik. Filtreye kesinlikle ihtiyacı olmayan, harika bir manzarayı izleyerek… O İstanbul’un gerçekten ne kadar büyük olduğuna şaşırırken… Ben haftasonları oradan oraya seyahat ederken ne kadar harika bir şehirde yaşadığımı unuttuğumu fark ederken…
Hala zincir mağazalarla dolmamış ara sokaklardaki butiklerden alışveriş yaptıktan sonra, Çiya‘da oturup leziz Anadolu yemekleri yedik. İki kişinin bu kadar çok yemek sipariş vermesine şaşkınlık içinde bakıp “Bunlar da mı sizindi?” diye şaşkınlıkla soran garsonları duymazdan gelerek, inatla hepsini tatması için ısrar edip durdum.
Tepede dolunay varken, Fil‘de oturup birer Full Moon içtik, bütün bir gün boyunca yaşadığımız komik anları ve diyalogları anıp kahkahalar atarak…
Eve döndüğümüzde ben üstümü giyinip makyaj yaparken, güzel müzikler açıp, elime tam kıvamında hazırlanmış bir gin tonic tutuşturan birinin olmasının ne kadar keyifli olduğunu farkettim. Salonun ortasında deli gibi dans ederken, kızlar nerede olduğumuzu soran onlarca mesaj atarken, “Şu an evden çıkmazsak hiç çıkamayacağız farkında mısın?” diye sorduğumda, beni kucaklayarak “Acaba çıkmasak mı?” diye muzurluk yaptığında çok eğleniyordum.
Yarım saat sonra, bir takside Alexandra’ya giderken ise kültür farkı dediğimiz olay karşımda, soru işaretleri beynimde dönüyordu. Kadın olmak ne kadar zor!
Alexandra’nın manzarası ve ekibimiz çok harikaydı. Ama dans edemeyeceğimiz kadar çok kalabalıktı. Kokteyllerimiz bittikten sonra “Hadi, Anjelique‘e!” dedik. Benim İstanbul’a taşındığım yıllarda kapısı en sıkı, şehirdeki en havalı gece istikametlerinden biri olan Anjelique yıllar içinde forsunu kaybetmişti. Şimdi yeni bir konsept ile geri dönüşünü konuşuyordu herkes. Bir şans daha neden vermeyecektik? Harika Boğaz manzarasının dibinde, gerçekten çok iyi müzikler çalıyordu.
Ama yeterli alkol bünyeye girdikten ve saatlerce dans edildikten sonra, bir noktada elbette ki Türkçe pop damarı patladı. Taksilere doluşuldu, Aztek‘in yolu tutuldu. Malesef geç kalmıştık, kapanmıştı.
Pazar sabahı uyandığımızda ben kendi içimden “Acaba Yeniköy’e gitsek, uçağını kaçırır mı?” hesapları yaparken, o cin gibi gözlerini çocuk gibi açıp, “Döner yiyebilir miyiz?” diye sorduğunda elbette ki hayır diyemedim.
Dönerlerimiz bittiğinde, onun dönüş zamanına da oldukça az kalmıştı; ama Karaköy’ü de göstermeden, onu Londra’ya geri yollayamazdım.
Karaköy’de kahve içerken, işlerimizden, şehirlerimizden, hayatlarımızdan bahsettik. Onun İstanbul gözlemlerini keyifle dinledim, eline bir jeton tutuşturdum, üzerinde kalan Türk Liraları ile kendime lotolar aldırdım ve metroda yollarımız ayrıldı. “Bir yerde, bir zaman tekrar görüşene kadar.”
Eve dönerken, bana yolladığı fotoğraflara baktım. Onun çektiği her fotoğrafta ne kadar güzel görünüyordum. Onun gözü beni böyle gördüğü için mi, benim ona bakarkenki enerjimden mi çözemedim. Bana yaşadığım şehrin ne kadar harika olduğunu hatırlattığı için ona içimden çok teşekkür ettim.
Kendi şehrinize turist gözüyle bakarak kalın!
Aşkla kalan Sezen 💕💋
BeğenBeğen
Aşkı hep arayan, gerçeğini bulup bulmadığından hiç emin olamayan :)))
BeğenBeğen
Onu bulduğundan emin olunca adı aşk olarak kalmıyor ki zaten.Boyut değiştiriyor,dönüşüyor bambaşka bir şey oluyor:)
Aşkın heyecan kısmı çok keyifli. Sen de tadını çıkartmaya devam et hep.Sevgiyle:)
BeğenBeğen
Aşkla kal diyorum, diyorumda;
benim gördüğüm yaşama aşık bir kadın 😊 İlla birine aşık olmana gerek yok..
Ben senin flörtöz hallerini seviyorum 😘
BeğenBeğen