Mısır – 5: Çılgın bir 48 saat – 4000 kilometre yolculuk, Aswan, Nübyeliler, Sudan Sınırı, Power Couple Ramses ve Nefertari, Abu Simbel ve Özel Mülk Bir Yazlık Şehir

Tuhaf ve tehlikeli yolculuğumuzdan sonra Aswan şehrine giriş yaptığımızda rahatlıyoruz. Kendimize o gece için Aswan’da kalacak bir yer bulmamız lazım, birkaç saat uyuduktan sonra sabah 4:00’te Sudan sınırına doğru yeniden yola çıkacağız. Yalnızca birkaç saatimizi orada geçireceğimiz için ve şoförümüze de kalacak bir yer ayarlamamız gerektiği için lüks peşinde değiliz, yorumları güzel olan bir yere çok seçici davranmadan yapıveriyoruz rezervasyonumuzu.

Fenti Nubian Resort‘a girdiğimiz anda bayılıyoruz. Çok güzel bir müzik çalıyor, rengarenk bir ortam, elimize leziz birer hibiskus shot bardağı tutuşturuluyor ve pişen yemekler şahane kokuyor. “Bu kokan yemek nedir?” diye soruyorum. “Nubian yemekleri.” diye cevaplanıyor. Nubian?! Kaldığımız otelin adı da Nubian ama ben onu bir isim sanmıştım.

Nubian, Türkçesi ile “Nübyeliler”, Güney Mısır ve kuzey Sudan bölgesinde yaşayan ve kendi dillerini konuşan yerli bir etnik grupmuş. Ve biz kalacağımız yeri tam onların bölgesinde ayarlamışız. Onların dilinde “minabu”nun merhaba, “ekka doli”nin seni seviyorum demek olduğunu öğreniyoruz.

Valizlerimizi otel odasına attıktan sonra, havuz başında oturuyoruz, hayatımızda hiç duymadığımız doum gibi meyvelerden hazırlanmış taze meyve sularımızı içiyoruz. Bu sırada şoförümüz gergin telefon konuşmaları yapıyor, bir içeri giriyor, bir dışarı çıkıyor, o gece bizimle o otelde kalıp kalamayacağından emin olmadığını söylüyor. Önce biz de bu duruma geriliyoruz, anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyoruz, sonra “Amaaan, en kötüsü ne olabilir ki? Yolun en zor kısmını bitirdik, bundan sonrası için turist otobüsü bile bulur, yine gideriz Abu Simbel’e.” diyoruz.

Otelin yakınlarında bir market olduğunu öğrenince biraz alışveriş yapmaya gidiyoruz. Otelden dışarı çıktığımız anda bambaşka bir dünyadayız. Dibine kadar Afrika! Asfalt yol diye bir şey yok, her taraf toz toprak içinde, minicik çocuklar dans edip oynuyor, sokaklar tıka basa kalabalık. Market dedikleri de, bizim mahalle bakkalı kadar bile bir şey değil ve marketteki her şey sanki yüz yıldır orada duruyormuş gibi tozla kaplı. Biraz yürüyoruz sokaklarda, insanlar bizim için çok ilginç, biz de onlar için çok ilginciz. Sanki zamanda yolculuk yapıp, farklı bir zaman dilimine ışınlanmış gibiyiz.

Güzel bir yemek yedikten sonra, odamıza çekilip uyuyoruz. Sabah 4:00’te yola çıkmak için toparlanıp çıktığımızda şoförümüz de hala orada neyse ki. 600 kilometre yol yapıyoruz, çölün ortasından. Arabadan dışarıyı izlerken hep o aynı bomboş kumu görmek serseme çeviriyor, sürekli uyuyup uyanıyoruz. Ve sonunda Abu Simbel’e ulaşıyoruz.

Dürüst olmak gerekirse, zaten harika tapınaklar gördükten sonra, Abu Simbel, gitmek için katlandığımız bu çaba ve yorgunluğa değecek mi diye bir soru işareti aklımın bir kenarında hep vardı. İçeri girip Abu Simbel’i karşımda gördüğüm anda ise cevabım “Kesinlikle evet!”ti.

Büyük olduğunu biliyordum elbette ama insan yine de görünce şaşırıyor. Özellikle de o dağın üzerine işlenen heykellerin o günün koşullarında bu kadar muntazam ve simetrik yapılabilmesi, yalnızca dağın üzerindeki heykellerden değil aynı zamanda dağın içinde her bir duvarı işlemelerle bezenmiş odalardan oluşan bir tapınağın var olması ve bütün bunların bugünkü teknolojiden eser yokken oldukça kısa bir sürede yapılabilmiş olmasını düşününce etkilenmemek imkansız.

Ramses, tamamen kendini yüceltmek için yapmış bu tapınağı ve tapınağın içi kendisinin günlüğü gibi. Tamamen kendi kahramanlıkları ve başarılarını anlatan çizimlerle dolu. Daha ilginç olanı ise, tarih ile örtüşmüyor çizimlerde anlatılanlar, kazanmadığı Kadeş Savaşı gibi savaşların kahramanlık hikayeleri anlatılıyor. Bir şekilde algı yönetimi ve kişisel pazarlamanın atasıymış meğerse Ramses diye düşünüyoruz.

Bence daha ilginç olan ise, Ramses ile Nefertari’nin ilişkisi. Tam bir stratejik evlilik yapmışlar. Ramses, oldukça soylu bir kökenden gelen Nefertari ile evliliği sonucunda gücünü arttırırken, Nefertari de kendisinin müthiş reklamını yapması sonucu en güçlü firavunlarından biri kabul edilen Ramses’in kendine eşit gördüğü, adına tapınaklar inşaa ettirdiği tarih sahnesine kazının kadınlardan biri olmuş.

Ramses’in tapınağının yanında bir de Nefertari’nin tapınağı var Abu Simbel’de. Ramses’inki kadar heybetli olmasa da, çok güzel ve gördüğümüz en dişi enerjisi yüksek bir tapınak.

Abu Simbel’den sonra upuzun bir araba yolculuğumuz yeniden başlıyor. Üstelik yepyeni bir macera ile. Otoyol, çölün ortasından geçtiği için ve daha önce burada bir takım turist grupları saldırılar sonucu öldüğü için, turistlerin otoyoldan seyahat etmesi yasak. Turistler şehrin içinden geçen yol üzerinden Abu Simbel ile Aswan arasını gidiyor – ki bu yol otoyolun iki katı uzun sürüyor. Biz Mısırlı bir adamın sürdüğü normal bir arabanın içindeyiz, saldırgan grupların hedefi olacak bir görüntü sergilemiyoruz, bu yüzden tehlike görmüyoruz. Kontrol noktalarında kimlik kontrolü yapılmıyor, polisler sadece arabanın içine göz atıp yolcuların nereli olduğunu soruyormuş. Böylelikle ben baştan aşağı kapanıyorum, Aslıpan da kapşonlu bir sweat giyiyor, her kontrol noktasında yüzümüzü göstermeyecek biçimde uyuyormuş taklidi yapıyoruz. Her kontrol noktasında duruyoruz, biz arkada uyuyormuş gibi yaparken şoförümüz de bizim Mısırlı bir çift olduğumuzu söylüyor. Altı saatlik yolu her polis kontrolünde bu şekilde geçiyor, polis kontrolünü geçtikten sonra da kafamızı açıp dans ederek şarkı söylüyoruz. Bütün kontrol noktalarını geçtiğimizde şoförümüz bile alkışlıyor performansımızı.

Önce Aswan’a, sonra Luxor’a gidiyoruz. Luxor’da şoförümüz değişiyor ve Hurgada’ya doğru yola devam ediyoruz. On iki saat arabada yolculuk yapıp, yol boyunca sadece abur cuburla beslendikten sonra, artık tükenmiş haldeyiz. “Hurgada’da kendimize güzel bir otel ayarlayalım. Biraz yemek yemeyi, biraz konforu ve biraz şımarmayı sonuna kadar hak ettik.” diyoruz.

Şoförümüz asla haritadan anlamıyor. Bu tipik bir sorun Mısır’da, bildikleri yollara gidiyorlar, ancak harita komutları ile yön bulamıyorlar. Aslıpan’ın sonradan “Hurgada’da şoföre yol tarif ettiğime inanamıyorum.” diye dalga geçtiği anlar sonrasında otelimizin olduğu yere ulaşmayı başarıyoruz. Fakat, dev bir alan duvarlarla çevrelenmiş, etrafında dört dönüp bir türlü içine girecek kapıyı bulamıyoruz giremiyoruz. Şoförümüz ise bizi daha çok çıldırtıyor, kendisi Arapça biliyorken yoldaki insanlara adres soramıyor, yeni bir çözüm geliştirmek yerine aynı yerde dönüp duruyor. Bir saat kadar aynı yerde döndükten sonra, şoföre “Dur ve sağa çek!”, “Şimdi şu adama sor.” gibi basit komutlar vererek ve bunları adamın kendiliğinden yapamayışına sinirlenerek sonunda otele ulaşmayı başarıyoruz. Otelin aklımızdakine ve hayal ettiğimize kıyasla bir sürü eksiği var. Minibardaki biranın sıcak olması ise benim kırmızı çizgim.

En sonunda ben balkonda soğuk birama ulaşmış olarak oturup, başlıyorum sıralamaya: “Bence aşırı zekiymiş bu firavunlar. Bu halkla ne savaşta başarılı olurlarmış, ne başka şeyde. Sıfır pratik zeka, sıfır yetenek. O yüzden oturtmuşlar bunları ömür boyu taşların kayaların önüne, vermişler ellerine, kazdırmış oydurmuşlar, taş taşıtmışlar. Muazzam etkileyici şeyler yapmışlar, göz boyamışlar. Bu tapınakları gören herkes bunların aşırı güçlü, mistik yeteneklere sahip olduğunu düşünmüş. Tanrısal güç filan yok bence, savaşa girseler de asla bu kadar sene var olamazlarmış, çok akıllıymış valla bu firavunlar. Masallar ve görkemli tapınaklarla bütün dünyaya şov yapmış, hiç bir şeyi sorgulamayacak halkı da ha bire taş oymakta kullanmışlar.”

Aslıpan beni kahkahalar atarak dinliyor. Benim sakin kalıp kalıp en sonunda aşırı dalga geçerek, bütün tespitlerimi bir araya getirip insanları gömmemle çok eğleniyor. Bunu hayatıma giren adamlar için de yapıyorum genellikle. Sabırla, müthiş bir inançla sakin sakin çözüm üretmeye iletişim kurmaya çalışıyorum, sonra patlama noktama gelince, bütün kayda attıklarımı bir araya getirip aşırı eğlenerek durum analizi yapıyorum. O seyahatin son noktasında bundan nasibini alanlar da Mısırlılar oluyor.

Ertesi sabah, zaten hazır olan hamur işlerinden oluşan kahvaltıyı bir tabağa koyup önümüze getirmeleri 45 dakikadan uzun sürdüğünde ve garson başı kapalı diğer müşterilere vızır vızır koşarken beni görmezden gelmekte inat ettiğinde de kahvem bitene kadar sakince oturuyorum. Aslıpan benim “Yeter artık, ben bunların bir ebesini sikeyim de kendilerine gelsinler.” sınırımı anında tanıyor. Bir anda gülümseyen tatlı bir insandan, ortalığı dağıtmaya hazır versiyonuma geçişimi anında yakalıyor. Sakince arkasına yaslanıp, yüzünde “Şimdi başlıyor bizimki.” gülümsemesiyle çok eğlenerek izliyor beni böyle anlarda.

Önce benim yüzüme bakmadan konuşan garsonun önüne dikilip, “Sen burada bana hizmet etmek için varsın, benim yüzüme bakacak önce. Şortumdan bir rahatsızlık duyuyorsan burada çalışmayacaksın. Bana bak dedim sana, hemen o elindekileri bir kenara bırakıp bana müdürünü getiriyorsun.” ile başlıyorum. Gelen müdüre zaten hazır olan şeyleri tabağa koyup getirmesinin niçin 45 dakika sürdüğünü soruyorum, 30 saniyeden kısa bir süre sonra kahvaltımız önümüze geliyor. Sonra da otel müdürünün eline bir kağıt kalem tutuşturup düzeltmesi gereken şeyleri yazdırıyoruz. Konuşmamız bittiğinde bize kartını veriyor, “Neye ihtiyacınız olursa bana şahsi numaramdan ulaşın lütfen, buraya yazdım.” diyor. “Umarım bugün plajda daha keyifli bir gün geçiririz. “diyorum. Mesaj yerine ulaşıyor, plajda tadımı kaçıracak hiçbir şey olmaması için hemen aksiyon alıyor bizimki.

Aslıpan kahkahalarla gülüyor, “Şu an anons geçiliyor: Sarı fırtına sahile giriş yapıyor, tamam. Herkes hazır olda olsun tamam.”

Buna gülsek de, gerçekten böyle bir anons geçilmiş gibi hazır olda karşılanıyoruz. Biz bulduğumuz ilk iki şezlonga yatacakken, hemen biri atılıyor, “Sizi şuraya alalım lütfen, daha güzel.” diyerek en ön sırada civarında başka şezlong olmayan şahane bir yere yerleştiriyor.

Menüde patates kızartması yok ve ben biramı patates kızartmasız içmem sahilde. Bana “French fries yok.” diyen garson daha cümlesini bitirmeden, bir başkası atlıyor, “Şeeey yani bizde Egptian Fries var.” diye bir espri ile kıvırıyor. Bana oyalanmam için cips getirilip, ben cipsi yerken arabayla gidip patates kızartması alıp geliyorlar filan.

Biz bunlarla eğlenirken bir yandan da etrafı gözlemliyoruz, anlamaya çalışıyoruz. İlginç bir yerdeyiz, hiç bir Avrupalı turistin olmadığı, herkesin çocuklarıyla mükemmel bir aksanla İngilizce konuştuğu ancak herkesin Arap topraklarından olduğunun bariz olduğu bir yer burası. Turistik değil, zengin lokallerin yazlık yeri gibi.

Sanki yeni kuruluyormuş gibi, sahil boyunca dizilmiş alışveriş merkezlerinin henüz bir kısmı faaliyete geçmiş ve açık olanların hepsi Mısır’da hiç başka bir yerde görmediğimiz kadar gösterişli ve şık mekanlar. Hala bolca kiralık mağaza var. Nereye gitsek, “Biz daha yeni açıldık.” cümlesini duyuyoruz.

Sahil trafiğe kapalı bir bölge, üst kısımlarda devremülk olduğunu düşündüğümüz evler ve tek tük otel var. Herkes arabasını yukarıda evinin oraya park ediyor ve aşağıdaki sahil kısmında komik golf arabası tipli elektrikli arabalarla geziyorlar.

Sonradan yaptığımız tespitlerin hepsinin cuk olduğunu araştırınca öğreniyoruz. Burası Thong Sala. 20.000 metrekare alana kurulmuş, arkasında da Egyptian Resorts Company diye bir şirket var. “Resort town” olarak anılıyor, lüks bir yazlık şehir olarak konumlanmış.

Plajdan sonra “Hadi keşfedelim burayı.” diyoruz. Birleşik Arap Emirlikleri’ne ışınlanmışız gibi bir his veren meydanlarda gezindikten sonra, dev bir çadır biçimindeki çok zevkli ve otantik bir nargilecide oturuyoruz. Mekanın sahibi belli nargilesini dolu içmiş, kahkahalarla gülen bir adam. Bir de nargile servisi yapan bir adam var ki, bir mekanımız olsa kesin onu transfer ederiz. Öyle güzel bir nargile ve çay servisi yapıyor ki, belli kendisi öyle keyifçi ve müşteriler de aynı keyfi alsın istiyor ki; gerçekten oradan saatlerce kalkamıyoruz.

Ardından oraların en lüks otellerinden biri olan KaiSol’e gidiyoruz. Otelin içindeki Lübnan Restoranı’na oturup şahane bir yemek yiyoruz, bir yandan da dans gösterilerini izliyor, canlı müziği dinliyoruz.

Bu kadar kısa zaman içinde, Nübyanlılar’ın semtinden, Abu Simbel’e, sonra da Thong Sala’ya gelmek, iki gün içinde üç farklı ülkeye gitmek gibi. Birbirlerinden o kadar farklılar ki. Şarap kadehlerimizi kendimize kaldırıyoruz.

Gece yarısı havalimanına gitmemiz lazım, bulunduğumuz yer trafiğe kapalı bir bölge, taksi yok etrafta. Pembe bir golf arabası kiralıyoruz, gecenin bir vakti kahkahalar atarak pembe golf arabamızla uçağımızı yakalamak için dönüş yoluna geçiyoruz.

İkimizin de yüzünde dev bir gülümseme var. “Çok güzel bir tatildi. İyi ki gelmişiz.”den daha öte bir şey yaşadık biz o bir hafta içinde. Daha sonradan yazdığım gibi: Tam olarak neden bilmiyorum. Kendi konfor sınırlarımdan uzun zamandır olmadığı kadar çok çıktığımdan mı; gerçekten o topraklarda tuhaf bir enerji olmasından mı, çok sevdiğim arkadaşımla senelerce güleceğimiz bir sürü anıyı hafızamıza eklememizden mi, yaz sıcağından bir kaç bonus gün çalmamızdan mı, gerçekten dilediğimiz gibi Hatşepsut’un bize güç vermesinden mi bilmiyorum; ama bildiğim bir şey varsa bana çok iyi geldi bu seyahat.

Yollarda kalın!

Mısır – 5: Çılgın bir 48 saat – 4000 kilometre yolculuk, Aswan, Nübyeliler, Sudan Sınırı, Power Couple Ramses ve Nefertari, Abu Simbel ve Özel Mülk Bir Yazlık Şehir” üzerine 2 yorum

Yorum bırakın