Mısır 4 – Luxor West Bank: Krallar Vadisi, Hatşepsut ve Sudan’a doğru yola çıkış

Mısır’da dördüncü günümüze, günler sonra ilk defa gerçekten uyumuş olarak başlıyoruz.

Ülkeye ayak bastığımızdan beri yalnız üç saat uykuyla, gece 03:30 gibi uyanıp havalimanı yolu tutup her gün bir şehir değiştirip duruyorduk. Keşfettiklerimiz ve gördüklerimiz bizi o kadar heyecanlandırıyor ve büyülüyordu ki, hiç bir şey kaçırmak istemiyorduk.

Dördüncü günümüzde ise ilk defa yakalamamız gereken bir uçak veya organize etmemiz gereken bir şey yok. Sabah pofuduk yorganların arasından Aslıpan ile birbirimize “Günaaaayydınnn!” diye bağırıyoruz. “Uyumak da güzelmiş, çok iyi geldi.”

Yatakta yattığımız dakikalarda telefonlarımıza bakıyoruz, bir arkadaşımın bana tavsiye olarak yolladığı Dissolved Mirage albümüne tıklıyorum. (O günden beri bu albümü dinlemeye doyamıyoruz bu arada, şiddetle tavsiye ederim.) Dans ederek yataktan kalkıyoruz, güzelce giyiniyoruz, valizlerimizi topluyor, aşağıda lobiye teslim ediyoruz ve kahvaltıya iniyoruz, açık büfeden tabaklarımızı doldurup, hemen Nil Nehri’nin kıyısındaki masalardan birine oturuyoruz. Bütün bunlar olup biterken benim elimdeki telefonda hala dinlediğimiz albüm açık ve minik minik dans ederek yapıyoruz hepsini. Diğer müşteriler bize şaşkınlıkla bakarken, bütün çalışanlar bizim etrafımızda, tabaklarımızı taşıyorlar, bütün bardaklarımıza başka bir şey dolduruyorlar. Müzikalin içinde yaşıyor gibiyiz.

Önce birbirimize iyi bayramlar diliyoruz, sonra ailelerimizi arıyoruz. Kahvaltımızı ederken, Nil Nehri’nin üzerinden geçen teknelere el sallıyoruz. Akşam upuzun bir yolculuğa çıkacağız, Sudan sınırına doğru… Seyahat koşullarımızın ne olacağını bilmediğimiz için, tedbirli davranarak kendimize açık büfeden sandiviçler hazırlıyoruz, meyveler alıyoruz.

Ve orada otururken ilk defa bütün mitolojide ve tarihte Nil Nehri’ne atfedilen o mucizeviliği anlıyoruz. Nil Nehri’nin iki yakasında nehirden başlayarak belli bir alan yemyeşil, ışıl ışıl. Bir noktada dümdüz bir çizgi gibi yeşillik bitiyor, çöl başlıyor. Daha önce hiç görmediğimiz bir manzara bu. Sanki gerçek değil de, iki çok alakasız yerin fotoğrafı birbirine photoshopla birleştirilmiş gibi. Yeşillikten çöle bu kadar keskin bir çizgiyle ayrılan bir coğrafyayı daha önce hiç görmemiştik.

Ahmed “Ben geldim.” diye mesaj atınca otelden çıkıyoruz. Bir önceki gün Luxor’un East Bank olarak adlandırılan kısmını gezmiştik, o gün Nil Nehri’nin diğer ucuna geçeceğiz West Bank’a…

İlk istikametimiz Krallar Vadisi. Eski Mısır uygarlıkları, ölümden sonraki hayata inandıkları için, mezarlık oldukça önemli ve gösterişli bir konu olmuş onlar için. Hazineler, kıyafetler, mumyalanmış vücutlar, ihtiyaç duyacakları her türlü eşya… Ancak piramitler bangır bangır “burada kıymetli eşyalarla dolu bir alan var” diye bağırdığı için ve hırsızların vurgunlarından kurtulamadığı için, yeni krallık döneminde dağların içine gizli mezarlar yapmaya başlamışlar. Mezar dediğimde sadece tek bir oyuk gibi düşünmeyin, bugün bizim İstanbul’da yaşadığımız evlerden daha büyükler.

Krallar Vadisi’ne girdiğiniz anda gördüğünüz tek şey kocaman dağlar tepeler oluyor. Enteresandır ki, buradaki mezarların bir çoğunu keşfetmekte de hırsızlar, arkeologlardan daha erkenci davranmış.

Bu mezarlar saklı ve kapalı alanlarda çok iyi korunduklarından dolayı, çizimler tapınaklarda olduğu gibi solmamış, capcanlı duruyorlar karşınızda. İçlerinde artık mücevherler ve diğer eşyalar durmuyor, ancak onları zaten taşındıkları Kahire Müzesi’nde görmüştük. Bu eşyalar olmadan bile bu kadar görkemli olan bu mezarları bir de o eşyalar içindeyken düşündüğümüzde aklımızı kaybediyoruz.

Bu vadide toplam 64 mezar bulunuyor, hepsi ziyarete açık değil. İçeri giriş biletinizle üç mezar gezebiliyorsunuz. Ancak bunun için de harika bir tüyom var: Bir mezarlığa girerken biletinizin üzerine basitçe bir delik açıyorlar, kaç mezarlık gezdiğinizi saymak için. Bizim gibi önceki gezdiğiniz tapınak ve müze biletlerini atmazsanız, biletlerin görünüşü birebir aynı olduğu için, daha önce gezdiğiniz tapınakların biletlerini de deldire deldire daha çoğunu gezebilirsiniz. 🙂

Krallar Vadisi’nden sonra, en favori firavunumuz Hatşepsut Tapınağı‘na gidiyoruz.

Hatşepsut, yalnız Mısır coğrafyasında değil, tarihte ülkeyi tek başına yönetmiş ilk kadın yönetici ve aynı zamanda tabii ki Mısır’ın ilk kadın firavunu. Diğer daha magazinsel Nefertitti ve Kleopatra’dan kat be kat güçlü bir duruş sergilemiş, ülkenin refaha kavuşmasını sağlayan ticaret yolu gibi icraatları olmuş. Kral gibi giyinip, takma sakal kullanmış. O öldükten sonra tahta çıkan, eşinin dansöz olan ikinci karısından oğlu 3. Thutmose, Hatşepşut’un anıtlarını tahrip ederek ismini krallar listesinden çıkartıp tarihi kayıtlardan sildirdiğinden, oldukça yakın bir tarih sayılabilecek 1903’te mezarı bulunduğunda varlığından bizler haberdar olmuşuz.

Bu tahribat sebebiyle tapınağı da büyük ölçüde zarar görmüş ve sonradan canlandırmak amacıyla yenilenmiş. Bu yüzden malesef gezerken, diğer tapınaklardaki havayı ve tarihi hissi alamıyorsunuz burada. Ancak dağın yamacına yerleşmiş bu mütevazi sayılabilecek tapınağın, bir yandan hüzünlü, diğer yandan başkaldıran bir havası var. Gerçekten Hatşepsut’un hayatının hikayesinin hissini veriyor.

Oradan ayrılan son iki kişi oluyoruz biz kapanıştan önce, avlusunda oturup, Hatşepsut’a sesleniyoruz. “Hayatını okuduk, sana çok saygı duyduk. Bize hayatımıza çıkan her şeyle başa çıkmakta gücünü ve desteğini vermeni istiyoruz senden.”

Oradan çıktığımızda saat 17:00 civarında ve bizim saat 18:00 olmadan önce şehirden çıkış yapmamız lazım. Daha önce yaşanan bazı olaylar yüzünden turistlerin güvenlik sebebiyle ülkenin alt tarafına doğru olan yollara 18:00’den sonra çıkması yasaklanmış çünkü.

Aslıpan ile bütün gün boyunca sallana sallana gezinen biz değilmişiz gibi, hemen bir planlama ve hızlı bir iş bölümü yapıyoruz. Otelde ben valizlerimizi alıp, Aswan’a bizi götürecek arabaya yüklenmelerini sağlarken, o para çekmek gibi işlerimizi hallediyor. Gerçekten de biz 10 dakika kadar kısa bir sürede yola çıkmaya hazır hale geliyoruz. Ancak canım Ahmed bize beş yüz kere veda ediyor, İstanbul’a gelmek istediğini anlatıyor… “Hadi Ahmed hadi, yallaaah!” diyoruz. Vaktinde şehirden çıkmayı başarıyoruz.

Bizi Aswan’a götürecek şoförümüzün pek İngilizce bilmediğini ancak yola çıktıktan sonra anlıyoruz bu curcunada.

Şehirden çıkıştaki polis kontrolünü sorunsuz atlatıyoruz, ancak bir de daha sonra Aswan’a girişte bir polis kontrolünden daha geçeceğiz. Şoförümüz de pek İngilizce bilmediğinden, sorduğumuz “Şehre girişte de mi sorun yaşama ihtimalimiz var?”, “Peki sorun yaşarsak ne olacak? Nereye geçebiliriz?” gibi soruları da cevaplayamadığından seyahatimizin bir kaç saatini pek huzurlu geçirmiyoruz. İletişim bile kuramadığımız bir şoförümüz var, kalacak bir yerimiz yok ve biz Mısır’ın turistik bölgelerini çoktan kilometrelerce geride bırakmış hiçliğin ortasında bir yerdeyiz.

Bir de sabah kahvaltıda hazırladığımız sandiviçleri koyduğumuz poşeti açıyoruz, biraz tuhaf kokuyor. Peynirler mi bozuldu acaba, diye düşünüyoruz. Sonra saatler sonra anlıyoruz ki kokan şey peynirler değil, sabah açık büfeden aldığımız meyvelerin arasındaki guava!

Aswan girişindeki polis kontrolünü de atlattıktan sonra hepimiz derin bir nefes alıyoruz. Şoförümüz de ilk defa o zaman rahatlıyor, arabayı kenara çekiyor, biz iniyoruz, birer sigara yakıyoruz birlikte. Aslıpan ile halimize gülüp bir hatıra videosu çekerken, biz ne olduğunu anlamadığımız bir anda, şoförümüz bizi hızlıca arabaya geri sokuyor, arabanın bütün ışıklarını kapatıyor, kesinlikle telefonlarımızı kullanıp ışık yakmamamızı söylüyor. Yanımızdan bir kamyon dolusu, çok gürültülü tüfekli adam geçiyor. Ben ilk defa o anda çıktığımız maceranın boyutunu anlıyorum.

Maceralarla kalın!

Reklam

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s