Çocukluğumda Adana’da yaşadığımız yıllarda, anneannem Suadiye’de otururdu, halam Levent’te, benimle yaşıt kızları olan aile dostlarımız Arnavutköy’de, anneannemin kız kardeşi Cihangir’de, kuzenlerim Büyükçekmece’de… Oldukça sık hepsine gidip gelirdim ve uzun zamanlar geçirirdim onlarla. Hepsiyle İstanbul deneyimim birbirinden o kadar farklı olurdu ki! Anneannemle Bağdat Caddesi’nde yürüyüşler yapar, çoğunlukla kitapçıları gezerek kitaplar alırdık, sonra onun evinde uzun öğle uykuları uyur, çok kitap okurduk. Anneannemin kız kardeşiyle olduğumuz zamanlarda günler daha cümbüşlü geçerdi, Taksim’e çıkılırdı, Balık Pazarı’ndan alışveriş yapılırdı, Cihangir’de veya Fransız Sokağı’nda bir şeyler içilirdi, akşamları onun Kuruçeşme’deki Ece Bar’ına gidilirdi. Aile dostlarımızın kızlarıyla olduğumuzda Arnavutköy Sokakları’nda sahilde gezerdik, balık ekmek yerdik, tipik ahşap Arnavutköy evinde uzun sohbetler eder, hayaller kurardık. Halamla olmak ise en popüler ve gündemde olan her şeyin içinde olmaktı. Lüks alışverişler yapılır, Park Orman’da gün geçirilir, ardından onun Maya Sitesi’ndeki evinde dünyanın her yerinden gelmiş kadın dergileri arasında saatler geçirilir veya sonra o zamanlar çok popüler olan Kuruçeşme mekanlarına gidilirdi. Büyükçekmece ise sayfiyeydi, deniz kıyısında güneşlenir, tekne ile gezer, akşamları sahilde taze yapılmış külahların içinde leziz dondurmalar yer veya bira içerdik.
Yıllar sonra ben İstanbul’a taşındığımda, şehrin bunların hepsinden çok farklı bir versiyonunu deneyimlemeye başladım. Gündüz Beyazıt’taki fakülte, çarşamba geceleri canlı cover band dinlemek için Taksim ara sokakları, cuma geceleri illa ki Roxy, cumartesi günleri de Etiler’de canlı müzik geceleri veya o yıllarda çok popüler olan rNb geceleri…
Sonrasındaki yıllarda deneyimlediğim İstanbul sürekli olarak değişti; yaşadığım, takıldığım ve çalıştığım semtler değişti, gittiğim mekanlar değişti, yaptıklarım ilgi duyduklarım ve hatta dinlediğim müzikler bile sürekli değişti.
Bütün bu sürede değişen sadece benim tercihlerim olmadı, şehir de sürekli olarak değişti. On dokuz yıldır İstanbul’da yaşıyorum. Hala şehri çok iyi bildiğimi iddia edemem, hala “Sıkıldım burada yaşamaktan.” demeye de cüret edemem.
Bütün bu yıllar boyunca, evim ve işim hep İstanbul’da oldu; ama ben hiç sabit olarak İstanbul’da olmadım. Elime geçen her parayı uçak biletlerine yatırdım, “Bu sefer çok başkaaaaa” dediğim adamların peşinden oradan oraya gidip durdum, hep uzaklarda bir yerleri merak ettim ve Covid sebebiyle eve kapandığımız dönemi saymazsak kesintisiz bir ayımı İstanbul’da geçirdiğim de hiç olmadı.
Geçmişte bu, babamla aramızdaki bir soruna dönüştü hatta. Her fırsatta bana “Kızım sen ne zaman yerleşik hayata geçeceksin?” diye soruyordu. Bana avukatlık ruhsatımı aldığımda hediye ettiği ev, ona göre benim başlangıç noktam olacaktı, ben para kazandıkça eve yatırım yapacak, onu satacak daha büyüğüne, daha havalısına taşınacaktım. Benim işteki statüm ve yaşım arttıkça o evin bana artık yakışmadığı, yeni bir eve taşınmam gerektiği aile meclisinden çok defalar çıkan bir karar oldu. Fakat benim için evin lokasyonunun iyi olması ve temel ihtiyaçlarımı karşılaması yeterliydi, asla daha büyüğüne daha havalısına geçmedim, hala da aynı evde yaşıyorum. Onun yerine, onlarca ülke gezdim, binlerce gece dans ettim, her seyahatimden ve her çok eğlendiğim geceden aynı eve döndüm.
Yerleşik hayata geçmenin ne demek olduğu konusunda epey tartışmıştık o dönemde babamla. Bana göre İstanbul’da bir işim ve evim olduğundan dolayı İstanbul’da zaten yerleşik bir hayatım vardı. Babama göreyse, bir sene içinde yirmi kere yurtdışına seyahat edip, o evde bir hafta sonu bile oturmuyorsam, evime tek bir eşya almıyor ve otel gibi kullanıp, düzenli veya temiz olmasını bile umursamıyorsam bu bir yerleşik hayat sayılmazdı. Sonra benim gerçekten mutlu olduğumu fark ettiğinde, bunun şuursuzluk değil, aksine beni besleyen ve mutlu eden bilinçli bir tercih olduğuna ikna olduğunda, bütün bu göçebeliğim arasında mesleğimi hep daha iyi yaptığımı gözlemlediğinde, o da benim inanılmaz bir destekçim oldu. Bir sürü seyahatimi de finanse etti.
Bütün bu yıllarda her fırsatta İstanbul’dan bir yerlere seyahat ediyor olmam arkadaş çevremde “İstanbul’da mutlu değil misin, neden kaçıyorsun?” şeklinde haklı sorgulamalara sebep olurken, aslında ben İstanbul’u çok sevmekten de hiç vazgeçmedim. Hatta onlarla birlikte başka bir ülkede yaşamamı teklif eden ve gerçekten aşık olduğum adamlara bile, “Olur yaşarım, ama İstanbul’daki evimi kapatmam, gidip gelirim ben.” dedim hep.
Elif Şafak’ın bir benzetmesiydi sanırım, pergelimin iğnesi hep İstanbul’da saplı olsun istiyorum ben. Diğer ayak dönebilir, ama merkez üssümün İstanbul olmasını seviyorum. Sonsuz olasılıklarını, karmaşasını, devinimini seviyorum.
Benim için her şeyi zorlaştıran şey şu; İstanbul’dan gitmeyi, İstanbul’a dönmek kadar çok seviyor olmam.
Özellikle son dönemlerde, uzaktan çalışmaya başladığımdan ve esnekliğim çok arttığından beri, İstanbul’u nispeten “halletmem gereken işler yeri” şeklinde konumlandırmaya başlamıştım. İstanbul’da geçirdiğim günlerde, şirkete gidip yüz yüze yapmam gereken işleri yapıyor, eve kapanıp sabahlara kadar çalışıyor, sağlıklı besleniyor, yoga yapıyor, pek dışarı çıkmıyordum. Bir sonraki yolum için enerji topluyordum. Bu yüzden bir çok sevdiğim arkadaşımın kalbini kırıyordum, çünkü beni bir şeyler yapmaya davet ettiklerinde hep, “Çalışıyorum.” diye cevap veriyordum.

Mısır’dan döndüğüm hafta cuma gecesi, o gün müsait olan sevdiklerim bana geldi. Meşhur mutfak tezgahımın çevresinde hibisküslü shotlar hazırladım, sonra prosecco patlatıldı, son dönemlerde en sevdiğim tarçınlı viski gömüldü bol bol, cin toniklere kuru elmalar atıldı. O tezgahın etrafında bu eve taşındığımdan beri orada olmuş müdavimler de vardı.
Çok eski bir erkek arkadaşım da çok güzel ve tatlı sevgilisi de o tezgahın etrafındaydı. Onu içtenlikle çok sevdim, kalıplara takılmayan iki kişi olarak o gece birlikte ve samimiyetle çok eğlenmemiz benim için çok anlamlı çok keyifliydi. Sonra Swiss Otel’in roof’una gidildi. Hemen DJ setinin önündeki loca sahipleriyle kaynaşılıp şahane bir yer işgal edildi. Oradan Klein’a geçildi, benim çok sevdiğim bir DJ çalıyordu.

Ardından bir evdeki after party’e savrulduk. Sabahın köründe, kahvemi içip adını bile bilmediğim ev sahibinin kitaplarını gözden geçirirken, onun daha önce kitaplarda altını çizdiği bir kaç cümle üzerinden çok samimi ve çok derin paylaşımlar yapıyorduk. Öğlene doğru evime döndüğümde, İstanbul’da yaşamaktan niçin vazgeçemediğimi bir kere daha çok iyi anlamıştım.
Yaparım, yapmam, ama ben bütün bu ihtimallerin orada, kapıdan sokağa çıktığım anda karşımda olmasını içtenlikle çok seviyorum.
İstanbul benim açımdan, asla ilişkimize bir ad koyup düzenli görüşmeye başlamadığım, ama bir kenarda durmasından da vazgeçemediğim hastalıklı bir aşkım gibi.
İstanbul’a aşık kalın! Kendi bildiğiniz şekilde…

“Kendimi bir pergele benzetiyorum. Bir ayağım Dünya’nın çeşitli yerlerinde hep geziyor fakat ötekisi İstanbul’da sabit.” Bu metaforu ben de çok severim, ondan yazmadan edemedim, Buket Uzuner kendi icin tanimlamisti, ayni sekilde yillardir benim de ara ara zihnimde cinlayan bir cümle
BeğenBeğen
Elif Şafak’tan kalmış olabilir diye düşünmüştüm, ama doğrusunu öğrenmiş oldum. Çok teşekkürler ❤ Sevdiğimiz yerlerde dönen ayağımızın hep olması dileklerimle…
BeğenBeğen