Konfor alanlarımdan sıkça çıkıyorum, limitlerimi test ediyorum, sonra güvenle diyorum ki: I don’t break ı bend.

Ben oldukça iyi hayat standartlarının içinde doğan şanslı çocuklardandım. Üniversite mezunu, gayet güzel işler yapan, genelden farklı sıra dışı yanları olan, oldukça vizyoner anne ve babaya sahip olmak da en az hayat standartlarım kadar büyük şanslarımdan biriydi.

Havuzlu, gayet güzel manzaralı bir sitede yaşıyorduk, evimize düzenli temizliğe gelen bir ablamız vardı. Annemle babam çok güzel giyinir ve bizim giyimimiz kuşamımız konusunda da çok bonkör ve özenli davranırlardı. Kardeşim de ben de hiç bir zaman kendisine beş beden büyük kıyafetler giydirilen çocuklardan olmadık. Evimizde de hiç bir zaman nuh nebiden kalmış mobilyalar olmadı – hep tasarım özel yaptırılmış modern mobilyalarla dolu şık evlerde, çok şık kıyafetler giyerek, havalı arabaların içinde çok güzel tatillere çıkarak yaşadık.

Hatta biz çocuklar için ekonomik şartlarımızı zorlayacak çok şey de yapılırdı bizim ailede. Çünkü “Çocukların özellikle de kız çocuklarının, her şeyi ailede görmesi gerektiğini”; “her şeyi ailede gören çocukların göz açlığı olmayacağını, hayatta daha doğru kararlar verebileceğini” savunurdu babam.

Komşularımız ve annemle babamın arkadaşları benzer standartlarda yaşadığı için, bundan farklı bir hayat bana çok uzak ve çok yabancıydı.

Ailemin beni disipline sokmak için uyguladığı kurallar ve kısıtlamalar hoşuma gitmediğinde, ailenin ilk torunu olarak mükemmel bir forsa sahip olduğum için dedemle babaannemi arayıp “Burada bana işkence yapıyorlar, beni alın.” derdim. Gecenin bir yarısı bizim evin kapısına dayanıp beni aldıkları ve istediğim her şeyi satın alıp yaptıkları çok oldu. Böyle prenses bir hayat yaşadım.

Ta ki ilkokula başlayana; bir devlet okulunda 70 küsür kişilik sınıfta, korkunç mavi bir önlükle, bir sırada üç kişi oturmak zorunda kalana kadar! İstediğim hiç bir şeyi yapamadığım, fazla kalabalık, fazla gürültülü bir ortamdı ve tabii ki okuldan tabii anında nefret etmiştim. Benim konfor alanından ilk çıkışım buydu. Her gün okula gitmem gereken anda midem bulanmaya, yataklara düşmeye, ateşim çıkmaya başlamıştı. Annem hiç uzatmamıştı, “Okumayacaksan, bir iş öğrenmen lazım. Manikürcünün yanına çırak veririz seni.” Elimden tutup beni kuafördeki manikürcüye teslim ettiği günden sonra bir daha hiç gıkımı çıkartmadan o okula gittim, hep çok iyi bir öğrenci oldum, o okulda okuduğum beş yılda tanıştığım bazı kişiler bugün hala çok sevdiğim arkadaşlarım.

O okulda okuduğum senelerden birinin yaz tatilinde, o dönemler çok popüler olan Robinson tatil köyüne gitmiştik. Ortalıkta henüz aqua parkların filan olmadığı yıllardan bahsediyoruz. Kaydıraklı oyun parklarıyla benim için bir cennetti o tatil köyü. Tek bir sorun vardı – tatil köyü misafirleri çoğunlukla Almanlardan oluşuyordu ve ben yaşıtım çocuklarla iletişim kurmakta çok zorlanıyordum. Ve bütün güzel etkinlikler Almanca yapılıyordu. Hiç Almanca bilmesem de o etkinliklere katılmakta ısrarcı oluyordum, konfor alanımdan ikinci çıkışım buydu. Ben hatırlamıyorum ama babamın anlatmayı çok sevdiği bir hikaye: O tatilden dönüşte arabada annemle babama büyük bir ciddiyetle “Benim Almanca öğrenmem lazım. Bu konuda desteğinize ihtiyacım var.” içerikli bir konuşma yapmışım. Bir sonraki sene Alman arkadaşlar edinebilecek kadar Almanca konuşmayı biliyordum.

Stilli yüzelim diye yaşadığımız sitenin havuzunda bize eğitime gelen bir yüzme hocamız vardı. Bir gün beni aldı yarışa soktu. Stilli yüzmeyi biliyordum, ama hayatımda hiç bir yarışa katılmamış, o kadar büyük bir yüzme havuzunda hiç yüzmemiş ve tramplenden de atlamamıştım. Yarış için tramplene çıktığım andaki heyecanımı hala hatırlıyorum. Ben o yarıştan Adana kurbağalama yüzme birincisi olarak çıktım. Sonra lisanslı yüzücü oldum. Yedi veya sekiz yaşındaydım, başka bir şehirdeki yüzme turnuvasına gitmem gerekiyordu. Herkesin annesi onlarla birlikte gelirken, benim annem ve babam benim çantamı hazırlayıp beni tek başıma yollamıştı. Yarışlar bittikten sonra ben kendi üniformalarımı yıkayıp, kendimi ertesi güne hazırlarken; diğer annelerin bana acıyarak “Vah vah küçücük kızı tek başına yollamışlar.” şeklinde dedikodumu yaptıkları bu deneyimin, aslında çok vizyoner bir yaklaşım olduğunu çok sonra gerçekten kavradım. Sonraki bütün yarışlara tek başıma gittim, madalyalarımla döndüm – ama aslında madalyalardan çok daha kıymetli bir şey kazanıyordum: Kendi başının çaresine bakma yeteneği ve özgüven.

Bizimkiler baktılar ben kotarıyorum, çıtayı yükselttiler. Beni bir yaz tek başıma Almanya’ya bir çiftliğe yolladılar. On iki yaşımda tek başıma Almanya’da aylar geçirdim. Sonra bu her yaz tatilimin bir klasiği haline geldi, tek başıma Avrupa’da yaz okullarına gitmeye başladım. Dolayısıyla üniversiteyi kazanıp İstanbul’da tek başıma yaşamaya başladığımda, ben pek çoklarının yaşadığı homesick sendromlarını o kadar hissetmedim. Benim için İstanbul hep macera dolu oldu.

Üniversitede okurken o yıllarda çok moda olan interrail macerasına atıldık. Her gencin rüyası gibi başladı; Avrupa’yı geziyorduk, arkadaşlarımızlaydık, çok eğleniyorduk. Sonra ben tek başıma trenle Türkiye’ye dönmeye kalktığımda, Viyana’dan Bulgaristan’a gelecek yataklı trene bindiğimde rotadaki Sırbistan’ın o zamanlar vize gerektirdiğini bilmiyordum. Trenden indirilip “ülkeye kaçak giriş yapmış olarak” karakola götürüldüğüm, cebimde kalan son parayı transit vize almak ve ceza olarak polise ödedikten sonra beş kuruş parasız Sırbistan sınırındaki leş tren istasyonunda kaldığım gün – ki o zamanlar böyle cep telefonlarımız ve internetimiz yok – benim hayatımın dönüm noktalarından biridir. Gerçekten çok çaresizdim ve çok korkmuştum. Sonrasında çiş kokan kötü trenlerde ve aç biçimde saatlerce yolculuk yaparak ülkeleri boylu boyunca kat ettim. Oradan Türkiye’ye dönmeyi başardıktan sonra “Ben her şeyle başa çıkarım.” özgüvenine sahiptim.

Sonra seyahatlerimde nice maceralar yaşadım. Hep kendime o Sırbistan anını hatırlattım, “Sen halledersin.” dedim. Amerika’da çalışırken vizemin iptal olması riskiyle karşılaşmalar, Los Angeles’ta bir beach’te beş kuruş parasız kalıp sahilde sabahlamalar, Türkiye’de işsiz kalmalar…

Bugün tuhaf otobüs yolculukları yaptığımda, hiç konforlu olmayan maceralara atıldığımda bunu anlamayanlar oluyor. “Ne alaka ya? Niye parasız bir hippi gibi takılıyorsun?” diye soranlar, bu istikamet ve maceraları küçümseyip, Avrupa’da beş yıldızlı bir otel tatilini yüceltenler oluyor. Ben bunun çok sınırlandırıcı olduğunu düşünüyorum. Elbette konforu, lüksü, havalı tatilleri de seviyorum – ama yalnız onları yapmanın hayatı yarım yaşamak gibi olduğunu iddia ediyorum.

Sudan sınırına turistlerin girmesi yasak otoyoldan gitmek, inanılmaz sıcak ve konforsuz otobüs yolculukları yapmak gibi maceraların her birinin, insanın kendi sınırlarını genişletmesini sağladığını, hayatında kaygılanacak şeylerin sayısını azalttığını, daha mutlu bir hayat sürebilmek ve esnek olabilmek için de gerekli olduğunu düşünüyorum.

Düzenli yoga yaptığında, vücudunun gün be gün esnediğini görmek ve hareketleri daha kolay yapmak gibi. Kendi konfor sınırlarını da zorladığında, alışkın olduğun hayat standartlarının dışında da pekala keyif almayı öğrendiğinde, başına gelebilecek aksiliklerle de daha kolay başa çıkıyorsun. Bir şeyler yolunda gitmediğinde bile gülüp geçiyorsun.

Çünkü anteremanlısın; vücudunun uykusuzluğa, açlığa, yorgunluğa dayanabileceğini biliyorsun. Bir yere on saat sonra gitsen de dünyanın aynı yöne dönmeye devam edeceğini… Bu gün sana çok korkunç görünen bir sürü durumun bir kaç sene sonra müthiş hikayelere dönüşeceğini…

Hep kendi düzeninin ve çevresinin içinde yaşayan insanlar, bir şeyler planladıkları gibi gitmediğinde, hiç esnekliği olmayan birinin üst seviye yoga hareketlerini yapmaya çalışması gibi oluyorlar. Canları acıyor, keyifleri kaçıyor, panikliyorlar, öfkeleniyorlar…

Bir sürü kişinin bütün tadını kaçıran, sinirlenmesine, isyan etmesine sebep olan durumlarda benim sakinliğime şaşıranlar oluyor. Çünkü ben çok daha zorlarını deneyimledim ve biliyorum ki sonradan bunlar harika hikayelere dönüşüyor. Paniklemeyecek kadar kendime güveniyor, o maceranın da olabildiği kadar tadını çıkartmaya bakıyorum. “Eyvah şimdi ne yapacağız?”lar yerine, “Hadi bakalım başlıyoruz yeni bir maceraya.” diyip gülüyorum.

Yirmi gün kadar sonra tek bir otel rezervasyonu bile yapmadığım, dilini bilmediğim çok uzak bir ülkeye gidiyorum. Elimde sadece uçak biletim var. Sadece o uçak bileti parasına bile buralarda çok lüks bir otelde birkaç günlük tatil yapılır, jakuzilerde denize karşı şampanyalar içilirdi filan; ama o benim kalbimi bu kadar hızlı çarptırmazdı.

Bu blogu bundan yedi sene önce yazmaya başlamışım. Norveç fjordlarından Oslo’ya trenle giderken… O zamanlar çok aşık olduğum bir adamla geçirdiğimiz muhteşem fjord tatilinden sonra ondan ayrılmıştım, tek başımaydım, o gece nerede kalacağımı bilmiyordum ve muhtemelen çok hüzünlüydüm. Kendime 30. yaş hediyesi olarak bu blogu açmışım. şimdi düşününce ne güzel yapmışım, buradaki yazılar hem bana müthiş bir kişisel arşiv oluşturdu – hangi yıl nerede ne yaptığımı, ne düşündüğümü, nelerle ilgilendiğimi bütün detayları ile biliyorum. Hem de nice insana ilham ve destek verdi bu yazılar, bana da bir sürü harika insan kazandırdı. O yazıda da şöyle yazmışım:

Diğer yandan, her ‘son’un, haz veren bir cazibesi olduğu da bir gerçek. Kalbin atışlarını hızlandıran o merak ve kaygı karışımı his, bütün algıları açıyor, duyguların hepsini canlandırıyor, insanın üstündeki ölü toprağını kaldırıyor. Seçenekler, bilinmezlik, her şeyin olabilme ihtimali ile sürprizler kışkırtıcı geliyor, zinde tutuyor ve heyecan veriyor.

Alıştığınız alanlardan çıkarak, kendinizi keşfederek kalın!

Konfor alanlarımdan sıkça çıkıyorum, limitlerimi test ediyorum, sonra güvenle diyorum ki: I don’t break ı bend.” üzerine 4 yorum

  1. Arzugül Nalcıoğlu dedi ki:
    Arzugül Nalcıoğlu adlı kullanıcının avatarı

    Çok temiz, net bir yazı olmuş eline sağlık. Esneklik konusu da çok doğru herşeyden şikayet edenler kendi sırça fanuslarında yaşayanlar oluyor genellikle. Gene ilham veren bir yazı olmuş genç arkadaşım, takipteyiz bakalım hangi ülkeye o bilet? 🍀

    Beğen

Arzugül Nalcıoğlu için bir cevap yazın Cevabı iptal et