“Koşmayı bıraktığımız gün, vardığımız gün. Aramayı bıraktığımız gün, bulduğumuz gün. Konuşmayı bıraktığımız gün, duyduğumuz gün. Bizim olduğunu sandığımız şeylerin hiçbir zaman bize ait olmadığını anladığımız gün artık her şeye sahip olduğumuz gün.”

Sabah 5:00’de kaldığımız Tunus’taki evimizden çıkıyor, oldukça ıssız ve korkutucu olduğunu bir önceki gün herkes sokaktayken fark etmediğimiz yoldan zifiri karanlıkta ATM’ye koşup para çekip evdeki çekmeceye konaklama ücretimizi bıraktıktan sonra, yine aynı yolu bu sefer elimizdeki bagajlarla koşup, ‘louage’ istasyonuna tam zamanında varmayı başarıyoruz.
Tunus henüz çok turistik bir istikamet olmadığı için, turistler açısından şehirler arasında seyahat etmek de hiç kolay değil. Mısır’da örneğin her istediğimizde ve ücretini ödemeye hazır olduğumuzda, kendimize bir transfer ayarlayabiliyorduk ve şehirler arası iç hat uçuşları vızır vızırdı. Tunus’ta iç hat uçuşları öyle haftanın her günü her istikamete yok. Transfer talep ettiğinizde otel resepsiyonları bile taksi numarası veriyor. Tren her yerden her yere bağlanmıyor. Bir yere gitmek istediğinizde ve nasıl gideceğinizi sorduğunuzda herkes yüzünüze bakakalıyor.
Djerba Island’dan El Jem’e gitmek istediğimizde de aynı sorunu yaşadığımızdan ve cevabı bilebilecek kimse de İngilizce bilmediğinden sonunda esnafla el kol işaretleri ile anlaşmış, ‘louage’ olarak adlandırdıkları dolmuşlara binmemiz gerektiğini öğrenmiştik. Ancak bu dolmuşlar da doğrudan Djerba Island’dan El Jem’e gitmiyordu, önce ‘faks’ diye telaffuz ettikleri Safakes’e gitmemiz gerekiyordu. Gerisine artık orada bakacaktık.
Sabahın köründe “faks faks?” diye sora sora bulduğumuz doğru louage’a biniyoruz. Bakkaldan aldığımız bisküvileri oldukça kötü bir kahveye batırarak kahvaltımızı ediyoruz. Çantamdan Ege Soley’in Sakin isimli kitabını çıkartıyorum ve ilk sayfada yazının en başındaki cümleler var: “Koşmayı bıraktığımız gün, vardığımız gün. Aramayı bıraktığımız gün, bulduğumuz gün.”
Hem koştuğum, hem aradığım o günde bu cümleler çok sert geliyor. Varmaktan da bulmaktan da çok uzağım o an. Kitabın kapağını tekrar kapatıyorum, o sırada yanımda oturan kız “Afedersiniz, siz Türk müsünüz?” diye soruyor.
Tunus’ta Türk olmak çok havalı bir şey. Türk dizileri yüzünden, genç kızların çoğu oldukça güzel Türkçe konuşuyor. Ayrıca ülkede Türk dizileri sebebiyle Türklerin çok güzel ve çok zengin olduğu şeklinde bir algı var. Bize çok komik gelen ama sürekli tekrar edip duran sahne yeniden yaşanıyor, ünlüymüşüz gibi bizimle fotoğraf çekiliyor kız. Sonra kuzeninin doğum günü olduğunu, ona Türkçe doğum günü şarkısı söylersek çok mutlu olacağını söylüyor. Görüntülü olarak kuzen aranıyor, biz iyi ki doğdun şarkısı söylüyoruz, dünyaca ünlü biri doğum gününü kutlamışçasına bir coşku yaşanıyor.
Yeni Tunuslu arkadaşımızla Türk ve Tunus düğün adetlerini kıyaslamaya kadar giden sohbetler yaptıktan sonra – o bize Faks’tan El Jem’e giden diğer louage’ı buluyor. Ama orada da şoför bir şeylere itiraz ediyor, Tunuslu kız arkadaşımız şoför arasında uzunca hararetli bir diyalog yaşanıyor. “Aha, kaldık mı faksta acaba?” diye düşünürken, Tunuslu kız arkadaşımız panikle bize açıklama yapıyor: “Bu dolmuşun son durağı El Jem’den çok sonrası. Siz yolda El Jem’de ineceksiniz ama son durağa kadar olan ücreti ödemediğiniz takdirde binemiyorsunuz.” Bahsedilen ücret kişi başı 50 TL gibi bir şey, El Jem’e gidiyorsa hiç lafı bile olmaz bizim açımızdan.


Böylece toplamda altı saatlik bir yolculuk sonrası öğlen El Jem’e varıyoruz. Tren istasyonunda bir locker olmadığı için elimizde valizlerle El Jem’e gidiyor, valizlerimizi girişteki bize bayılan genç güvenlik çocuğa bırakıp El Jem’i geziyoruz.


El Jem, dünyadaki en büyük amfitiyatrolardan biri. Buranın Roma İmparatorluğu’na ait olduğu MS 230 civarında inşaa edilmiş ve dünyadaki en iyi korunmuş Roma İmparatorluğu kalıntılarından biri. Gitmeden önce araştırma yaptığımız hiç bir rehber El Jem’i mutlaka gezilmesi gerekenler arasında saymadığından ve biz Tunus’a dönüş yolumuz üzerinde olduğundan buraya geldiğimizden, heybeti ve iyi durumu karşısında oldukça şaşırıyoruz.


El Jem’i gezdikten sonra El Jem istasyonundan tekrardan başkent Tunus’a dönmek için bir tren bileti alıyoruz. Her şey kağıt üzerindekine uygun işlese üç saat sonra Tunus’ta olacağız, yemeği Tunus’ta güzel bir restoranda yeriz diye düşünüyoruz. Fakat öyle olmuyor. Trenimiz sürekli olarak gecikiyor.

Ben istasyondan çıkıp çevrede biraz yürüyüp yiyecek bir şeyler aramaya karar veriyorum. Hemen istasyonun köşesindeki bir büfe görüyorum. Gerçekten çok yakışıklı bir adam, bir sacın üzerinde tazecik pideler pişiriyor. Yakışıklı olduğu kadar flörtöz de. O bana iltifatları ardı ardına dizerken, “Ya gitme, ya da beni de götür, seni çok mutlu ederim.” cümlelerini kurarken, o pidelerin içine tavuk ve garnitürler koyup, üzerine de yumurta kırdıklarını öğreniyorum. Tunus’ta zaten içinde yumurta olmayan bir şey yemeniz mümkün değil. “Sen şimdi bana içine sadece patates kızartması, yeşillik ve harissa sos koy.” diyorum, “Sakın üzerine yumurta filan da kırma.” Uzaylıymışım gibi bakıyor bana, beş kere emin miyim diye soruyor. O pidenin içine ne koysan zaten leziz olur, o büfeden aldığım bu pide de leziz olduğu gibi ayrıca hayatımızı kurtarıyor.

Çünkü biz o trenle Tunus’a akşam 21:00’de varıyoruz. Doğrudan bir Bolt çağırıp, şarap kavı güzel bir restoran olan ‘La Salle a Manger‘a gidiyoruz. Tuvalette hızlıca üzerimizdekileri değiştirip, kendimizi tazeliyoruz. Oldukça şık bir ortamda, lezzetli yemekler yiyerek çok güzel Tunus şarapları içiyoruz.


Tunus şarabı içtiğim an, benim açımdan Tunus’ta yapılacaklar listesi tamamlanmış oluyor. Oradan artık Türkiye’ye dönmek için havalimanına giderken, bir pasaportumuzun eksik olduğunu fark ediyoruz. Böylelikle yurtdışında pasaport kaybetmek gibi daha önce başımıza hiç gelmemiş bir durumda ne yapılacağını da öğreniyor ve Tunus’taki Türk konsolosu ile de tanışmış oluyoruz.

İstanbul’daki evime ertesi gün 14:00’te varıyorum. En son yatakta yattığım Djerba Island’daki evden çıktıktan tam 33 saat sonra. Bir haftaya sığan maceralara inanamayarak, “Bu seyahatin yorgunluğunu atmak için bir tatile ihtiyacım var.” diyorum.
Ayakkabılarınızın burnunu değil, gözünüzün ışığını parlatarak kalın!
