Romanya’ya bundan yıllar önce bir kere daha gitmiştim. Çok yakın bir kız arkadaşımla birlikte gitmeye niyetlenmiştik; fakat onun vizesi yetişmemişti. Seyahatten önceki hafta ben valizimi toplamayı, kendime konaklayacak bir yer ayarlamayı planlarken de, o zamanlarki büyük bir aşkım kapıma dayanıp, ‘sürekli aklına geldiğimi, sokakta bile bir sürü kişiyi ben sanıp heyecanlandığını, beni hayatında istediğini ve benimle her türlü orta yolu bulmaya hazır olduğunu’ söyleyerek bam diye hayatıma girmiş; bütün planlarımı ve dengemi alt üst etmişti. Onunla romantik komedi kıvamında geçen ardışık günlerin birinin sonunda, “Benim birkaç saat sonra Bükreş’e gitmem lazım.” dediğimde dalga geçtiğimi düşünmüş sonra oldukça ciddi olduğumu anlayınca da “Deli karının birisin.” diyerek havalimanına bırakmıştı. Konaklayacak yerim, ve hatta doğru düzgün bir valizim bile olmadan kendimi Bükreş’te bulmuştum. O yıllara kadar olan en hazırlıksız seyahatimdi ve tuhaf bir biçimde bana çok iyi gelmişti orada geçirdiğim günler.
Ne tuhaf ki aradan yıllar geçtikten sonra yine tarih tekerrür etti: Cluj’da yapılan Untold Festivali’ne üç arkadaş gitmeye karar vermiş, aylar öncesinden biletimizi almıştık. Hepimiz kendi işlerimize göre farklı yerlerde Bükreş’e geçecek ve orada buluşup birlikte Cluj’a devam edecektik. Ve sonra zincirleme gelişen olaylar ve bazı tatsızlıklar sonunda, ben yine tek başıma kaldım. Gitmekten vazgeçsem mi, diye bile düşündüm.
Çünkü ben hayatımda daha önce hiç tek başıma festivale gitmemiştim. Hatta festivali geçtim, hayatımda tek başıma bir kere bile club’a bile gitmedim. Bu kadar çok gezen, tozan, partileyen biriyim, hep bunları yaparken yanımda çok sevdiğim arkadaşlarım veya aşklarım olmuştu bugüne kadar.
Sonra kendi kendime dedim ki, “Sezocuğum al işte sana yeni bir deneyim. Daha önce hiç yapmadığın bir şey. Buna ne anlamlar yüklüyor, nelerden çekiniyorsan hepsiyle yüzleşme zamanı.” Ayrıca festivalin line-up’ı kaçırılmayacak kadar güzel olduğu için, valizimi toplayıp yola çıktım.
(Bunu Untold yazısı olarak kabul etmeyin, onu ayrıca yazacağım. Bu tek başıma festival deneyimimin notları. Özlediğiniz “hayat ve aşk” etiketli yazılardan. <3)

Havalimanında şirket işlerini toparlarken, Bükreş’ten Cluj’a giden trenlere göz atıyorum, 21:00’da bir gece treni var. 1. sınıf yataklılardan birini kapatır mis gibi uyuyarak geçerim Cluj’a diyorum. Plan da tıkır tıkır işliyor, ben 20:30 gibi tren istasyonuna varıyorum. Fakat hiç beklemediğim bir şeyle karşılaşıyorum: Değil birinci sınıf kompartman kapatmak, üç gün boyunca tek bir trende tek bir koltuk yok. Dadadam! Uçaklara göz atıyorum, onlar da dolu. Bir de bu sırada telefon şarjım da bitince, ben Bükreş’in tren istasyonunda yersiz yurtsuz ve şarjsız kalakalıyorum. Kendimi üniversite yıllarında interrail yaptığımız zamanlardaki gibi sefil gibi hissediyorum. Üstelik de böyle anlar yanında sevdiğin biri olduğunca komik olabiliyor, içinde bulunulan durumla dalga geçmek kolaylaşıyor; tek başına olduğunda ise gerçekten sefalet oluyor.

Telefonumu şarj etmek için bir yere oturup bira söylüyorum. Telefonum açılınca, eski bir aşkımdan gelen mesajı görüyorum, kendime dikkat etmemi söylüyor. Gülümsüyorum, bazı insanlarla aranda mantığa sığmayan bir enerji akışı oluyor; çok enteresan ve çok güzel. O da iş için saçma sapan bir yerdeymiş, birbirimizi arıyoruz; o da bir bira açıyor kendine, birbirinden alakasız iki yerde birlikte biralarımızı içiyoruz, güzel bir sohbet eşliğinde. Her zamanki gibi bana çok iyi geliyor onunla konuşmak. Ki zaten o konuşmadan sonra da tıkır tıkır her şeyi çözüyorum. Şarjım olduğu için uber çağırıp istasyondan çıkıyor, daha düzgün bir mekana geçiyor ve patates kızartması ve bir bira daha söylüyorum, çok saçma saatte de olsa bir uçak ayarlıyor ve festivalin başladığı gün sabahın köründe Cluj’a ayak basmayı başarıyorum.

İş günüm olduğu için, Cluj’da hiçbir şey görmeden akşamüstüne kadar evden çalışıyorum. Ardından hem bir yemek yemek için, hem de evin eksiklerini almak için şehir merkezine iniyorum. Cluj’un genel havasını, özellikle de ortalıktaki yakışıklı erkek ve güzel bina çokluğunu seviyorum.


Meydandaki Bujole‘de katedarale karşı oturuyorum. Fiyatların uygunluğuna ve menüdeki kadeh servis edilen rom ve viski çeşitliliğine bayılıyorum.
O gece, tek başıma festivaldeki ilk günüm olacak. İçimdeki yabani ve tedbirli kadınla tanışıyorum. Kimse bana ilgi göstersin ve benimle konuşsun istemiyorum, o yüzden iddialı ve gösterişli bir şey giymekten özellikle kaçınıyorum ve doğru düzgün alkol bile içmiyorum. Ayrıca da ev adresimi ve kapı şifremi bir kağıda yazıp telefon kılıfımın arkasına koyuyorum. Alıştığım benden komple başka bir ben!

Festival düşündüğümden çok daha büyük bir alana kurulmuş harika bir ortam sunuyor. Sekiz tane sahnenin yanı sıra, bir sürü kişinin toplanıp dans ettiği barlar ve etkinlik alanları da var. Ayrıca tek başına eğlenmeye gelmiş bir sürü kişinin de olması bana güven veriyor. O günü bir alan keşfi olarak kabul ediyorum.

Sonradan en favori sahnem olacak Daydreaming Stage’te Oceanvs Orientalis ile başlıyorum, sonra ana sahnede Purple Disco Machine dinliyorum, yeniden Daydreaming’e dönüp benim için yeni bir keşif olan Hraach‘a bayılıyorum, sonra da Black Coffee‘nin çaldığı Galaxy Stage’e geçiyorum. Bu sahne çok iyi isimler çıkartsa da, kapalı bir alan olduğu için festival boyunca hiçbir zaman en az sevdiğim yer oluyor.
İkinci gün çok daha keyifli uyanıyorum. Şehir merkezini çözmüş durumdayım, evimin bütün ihtiyaçları tamam, festival alanına hakimim, şarjım olmasa bile eve nasıl döneceğimi biliyorum, yol ve kapı şifrem ezberimde.

Gün boyu şirket işlerimi yaptıktan sonra akşamüstü oranın lokal birası Ursus Brewery’e gidiyorum.
Bu sefer daha özgüvenliyim; evden çıkmadan viski shotluyorum ve süslenerek gidiyorum alana. O geceye Lenny Kravitz ile başlıyorum, sonra daha önce Brezilya Tomorrowland‘de de dinleyip bayıldığım Lost Frequencies‘i dinliyorum. Sonra Solomun, Dimitri Vegas, Bora Uzer arasında mekik dokuyorum, çok dans ediyorum, ilgiyle ve iltifatlarla şımarıyorum ancak hiç rahatsız edici bir şey yaşamamıyorum. Özetle gerçekten eğlenmeye ben o ikinci gece başlıyorum.

Üçüncü gün artık iş günüm olmadığı için uyandığım gibi kendimi sokağa atıp, bütün şehri yürüyerek geziyorum. Harika bir binası olan Meron‘da otururken, çok uzun zamandır hiç tek başıma vakit geçirmediğimi fark ediyorum.
Zihnimdeki seslere sürekli olarak “Sus şimdi bak yanımdakiyle sohbet ediyorum / çalışıyorum. Hiç sırası değil. Görmüyor musun?” diyip durmuşum aylarca. O iç sesimi hiç dinlemediğim için de o görülmeme, fark edilmeme huzursuzluğuna kapılmaya başlamış. Kendimle geçirdiğim o gün boyunca, gözden kaçırdıklarımı görmeye başlıyorum, bastırdığım bütün yanlarım kendilerine alan bulup dertlerini anlatıyorlar bana ve bir süredir içimdeki fırtınalar yerli yerine oturuyor, aradığım bütün cevapları buluyorum. Belki de gerçekten herkes kendi boşluğunu arıyor.
O gün kendimi sürekli gülümserken yakalıyorum. Hoşuma giden bir adamla tanıştıktan sonra böyle olurum ben, o zaptedemediğim muzip gülümseme gelip yerleşir yüzüme. Bu sefer o gülümseme kendimle yeniden tanıştığım için orada.
Hani insanlar bazen inziva olarak ıssız doğada bir yerlere giderler ya; ben tamamen tesadüfler sonucunda, tam bana göre bir retreat’e gelmişim resmen! Her fırsatta defterime aklımdan geçenleri not ediyorum gün boyu, sonra meditasyon kıvamında harika müziklerle dans ediyorum. İçimde her şey hizalanıyor, anlamadığım her şey anlamlanıyor, aradığım her şeyi buluyorum. Ayrıca oldukça az alkol tükettiğim ve çok dans ettiğim için oldukça sağlıklı da günler geçiriyorum.
O gün eve gelip bir duş aldıktan sonra giyiniyorum. İç huzurumla ve özgüvenimle parladığım bir gün. Artık büyük bir konforla ve büyük bir özgüvenle kendimi festivalin enerjisine bırakıyorum. Swedish House Mafia, Yoku B2B Nico Stojan, Rampue, Stephan Bodzin dinleyerek, bunların arasında da sahneler arasında keyfime göre mekik dokuyarak, sabah 05:00’e kadar festival alanında kalarak çok eğlenceli bir gece geçiriyorum.
Hatta bir noktada küçük favori sahnemde dans ederken nedense insanlar beni DJ’in sevgilisi sanmaya başlıyor; birbirimize çok aşkla (?!) bakıyormuşuz. Tam bunun üzerine DJ de Türkçe şarkılar çalmaya başlayınca kendi kendime gülüyorum, “Acaba gerçekten sevgilim de şu an bana sahneden jest yapıyor da benim mi haberim yok?” diye. 🙂
Tek başıma geçirdiğim üç günün sonunda şuna karar veriyorum: Benim hayat düzenimde gerçekten tek başıma kalacağım zamanlara ihtiyacım var. Ardı ardına etkinlikler, seyahatler dizerken, bütün bunların arasında da çok çalışırken kendime hiç bunun için alan açmaz olmuşum.
Kendi başımayken mutluyum, hatta böyle bir etkinlikte bile kendi başıma çok eğleniyorum. Diğer yandan bence etkinlikler sevdiğin insanlarla daha güzel. Çünkü tek başına olduğunda yalnızca güzel müzik dinlemiş ve dans etmiş oluyorsun; festival olması için mimiklerini tanıdığın yakın arkadaşlarının yanında olması lazım, arada göz göze gelip o mutlu gülümsemelerin kesişmesi lazım, saçma diyaloglar, perişanlıklar olması lazım – sevdiklerin yanında olmadığında festival ruhu biraz eksik kalıyor.
İşte böylece ben Romanya maceramın tek başıma olan kısmını, kendimle yeniden vakit geçirmenin keyfini hatırlayarak ve içimdeki bütün kırışıklıkları ütülemiş olarak kapatıyorum.
Kendinizle yeniden ve yeniden tanışarak kalın!

“Romanya / Festival Retreat ve İlk Tek Başıma Festival Deneyimim” üzerine 2 yorum