Merhaba İstanbul!
Biliyorum benden şu anda daha günlük vari bir yazı bekliyorsunuz. Merak ediyorsunuz, aklınızda soru işaretleri var. Bu kız tekneyi neden terk etti, neden mis gibi güneşlenmek yüzmek yerine atlayıp İstanbul’a geldi?
Her şeyi toparlayıp yazmak için biraz zamana ihtiyacım var. Kabaca bir özet geçmek gerekirse, o adam benim olduğunu sandığım adam değilmiş, biz de benim yaşadığımızı sandığım şeyi yaşamıyormuşuz.
Bu güne kadarki en sorun çıkarmayan, en anlayışlı, en beklentisiz ve açık ara en uslu halimi çok yanlış bir adamda harcamışım. Zararın neresinden dönersek, kardır diyerek, özlediğim fırlama versiyonuma selam çakarak, olup bitenlere yaklaşımımı da her zaman vazgeçilmezim olan Sex and the City’den bir an ile özetleyeyim:
Artık yeni telefona geçme zamanım geldiği için, son üç yıldır çektiğim yaklaşık 10.000 fotoğrafı ayıklamayı kendime iş edindim bu günlerde. Ve oldukça aktif olarak kullandığım notlar kısmını… Yazılmak için sırasını bekleyen o kadar çok şey varmış ki!
Hadi iki sene geriye ışınlanalım:
Yol arkadaşımla şöyle bir hafta sonu kaçamağı yapmaya niyetlenip, ikimizin de hiç görmediği bir yere gidelim, diyoruz. Bükreş biletlerimizi alıyor, vize başvurusu yapıyoruz.
Bu arada aklınızda bulunsun, Romanya’nın hem kendi vizesi var, hem de Shengen vizesi ile giriş yapabiliyorsunuz. Biz büyük bir yanılgıya düşerek Romanya vizesi almanın Shengen’den daha pratik ve hızlı olacağını sanıyoruz. Aynı anda başvuru yapmamıza rağmen, yol arkadaşıma verilen vize randevusu bizim seyahat tarihimizden sonrası oluyor. Ben de hayatımdaki en uğraştıran vize sürecini geçirip, dört defa konsolosluğa gitmek zorunda kalıyorum.
Hayatın işaretlerine inanan bir insanım ya, “Bükreş’e tek başıma gitmem gerekiyor demek ki!” diyorum.
Aşırı anlamlar yüklediğim bu seyahate çıkmadan bir hafta önce de delicesine aşık oluyorum! Rüya gibi geçen bir haftanın sonunda, aşırı güzel kafalarla sabaha bağlanan bir gecenin ortasında “Benim Bükreş’e gitmem lazım!” diyorum adama. Adam şaka yaptığımı sanıyor muhtemelen. “Yok yok ciddiyim, ben birkaç saat sonra Bükreş’e gitmeliyim.” diyorum. Valizim bile olmadan, adam beni havalimanına bırakıyor. “Deli karının birisin sen!” diye gülerek.
Havalimanından çikolata, küçük bir şişe şampanya, bir de yüz nemlendiricisi alıp (bir kadının seyahatteki temel ihtiyaçları 🙂 ) uçağıma biniyorum. O sırada şöyle yazmışım: “Bugün kafam şahane, gözlerim kalpli, dudaklarım öpüşmekten şiş. Vedalarım tutkulu, istikametim Bükreş! Beynimin içinde hala Röyksopp çalıyor. Bir insanı özlemekten gerçekten ölünmüyordur umarım. Çünkü ben kimseyi böyle özlememiştim!”
Romanya’ya ayak bastığımda da, ilk istikametim Muzeul Taranului Roman (Ulusal Romanya Müzesi) oluyor. Buraya uğramanızı şiddetle tavsiye ederim, müzeden çok müzenin hediyelik eşya mağazası için. Daha önce bu kadar güzel bir müze mağazası görmemiştim. Geleneksel el sanatları, seramikler, elbiseler, aksesuarlar her şey inanılmaz güzel.
Sonrasında da o civardaki bir bara oturup, bir bira söylüyorum. Orada kalacağım evi bulmak için airbnb’yi açıp garson çocuktan yardım istiyorum: “Sence Bükreş’te kalmak için en iyi bölge neresi?” Onun yardımıyla bana güzel teraslı, şahane bir konumda ev ayarlıyoruz. Bükreş’te mutlaka yapmam ve görmem gerekenleri de yazıyor bana tatlı tatlı.
Hayatımın en plansız, en spontane seyahati böyle başlıyor.
Akşam mutlaka uğranması gereken adreslerden biri Cara’cu Bere. Oldukça turistik bir yer ama ahşap oymalı iç dekorasyonu, içerideki danslar ve ortam şahane.
Yine aynı civarlardaki Entourage ise leziz kokteyller yapan, daha genç ve lokal kitleli çok güzel bir bar.
Bükreş, beklediğimden çok daha güzel bir şehir çıkıyor. Barlar çok keyifli, sokaklar geniş, sıradan binalar bile oldukça gösterişli, şehir yemyeşil. Herkes çatır çatır İngilizce konuşuyor. Bir “Merhaba” saatler süren sohbete dönüşüyor, sonunda ya bir ev partisine davet ediyorlar ya da hediyeler veriyorlar.
Bir zamanlar komünizm yaşamış şehirlerdeki yaşamın yıllar sonra bile mütevazilik taşımasının aksine burada arabalar gösterişli, aykırı saçlı ve giyimli insanlar her yerde. Ve en güzel taraflarından biri, taksi ve alkol çok ucuz.
Sonraki günlerde şehri köşe bucak yürüyorum. Komünist dönemden kalma gereksiz büyük, tek bir yanı İstiklal Caddesi kadar uzun olan Belediye Binası gibi yapılardan, yemyeşil bahçelere, oldukça underground barlardan, bir pazarlarına kadar her yeri adım adım geziyorum. Bana şahane davetiyler ve kitaplar veren insanlarla tanışıyorum.
Özellikle üç yere bayılıyorum. Giderseniz mutlaka aklınızın bir kenarında bulunsun.
Simbio, kahvaltı için çok güzel bir adres. Ceainaria Infinitea, Alice Harikalar Diyarı’nda gibi bir bahçe, atıştırmalıkları ve çayları çok güzel.
Cartureşti Carusel ise kesinlikle atlamamanız gereken olağanüstü güzel bir kitapçı.
Bunun dışında da şehirde mümkün olduğunda çok yürümenizi tavsiye ederim. Hiç beklemediğiniz noktalarda, hiç beklemeyeceğiniz güzellikte sokak sanatları ile karşılaşabilirsiniz.
Bükreş’e gitmişken, Transilvanya hattındaki Dracula’nın şatosu olarak bilinen Bran Kalesi ve Sinaia’daki Peleş Kalesi de mutlaka görülmeli. Hepsine trenle oldukça kolay ulaşım sağlayabiliyorsunuz. Sinaia, Peleş Kalesi’nin dışında da çok güzel, yemyeşil bir yerleşim yeri.
Keşifle ve fazlalıklardan arınarak kalın!