Burning Man Günlükleri -3: Çölde Dondurma Partilerimiz, Lokasyonu Gizli Japon Barı Keşfi, Saatsiz ve Telefonsuz Hayat

Orada geçirdiğim bir günün içinde o kadar çok şey oluyor ki; üçüncü gün sabah çadırımda uyanıp witchhazelli ıslak mendillerimle bütün vücudumu silip, yüzüme serumlarımı sürüp çadırımdan çıktığımda sanki şimdiye kadar hep orada yaşamışım ve bundan sonra hep orada yaşayacakmışım gibi hissediyorum. Mekanlarla aidiyet kurmakta her zaman zorlanan ben, şimdiye kadar içinde bulunduğum en konforsuz yerle kuvvetli bir aidiyet bağı hissediyorum.

Memo’nun buzluğunu açıp kutu kahve arıyorum. Elime bir margarita geçiyor. Saatin kaç olduğunu bilmiyorum, zaten bunun hiç bir önemi de yok orada. O yüzden kahve yerine margarita içmeye karar veriyorum. Çadırlarımızın ortasına koyduğumuz ve ortak bir oturma odası gibi kullandığımız koltuklardan birine oturuyorum. Henüz birlikte hiç vakit geçirmediğim bir çadır komşum da orada oturuyor, kafasını okuduğu kitaptan kaldırıp bana selam veriyor, gecemin nasıl geçtiğini soruyor. Onunla konuşurken gözüm okuduğu kitaba takılıyor; kitaptan ziyade ansiklopedi gibi en az bin sayfalık. Burning Man’deyken orada çırılçıplak oturması, böyle bir kitap okumasından daha olağan bir şey olurdu. “Ne okuyorsun sen öyle?” diye soruyorum şaşkınlıkla. “Hindistan tarihini” diye cevap veriyor, “Ortadoğu’dan başladım, teker teker bütün ülkelerin tarihlerini okuyorum.”

“Ne kadar tuhaf bir adam ve tuhaf insanlara bayılırım.” diye düşünüyorum. Daha sonra orada birlikte çok eğleneceğimizi, her sabah birlikte kahve aramaya çıkmamızın ritüelimiz haline geleceğini ve hatta festivalden sonraki bütün San Francisco günlerimi onunla geçireceğimi elbette o sırada henüz bilmiyorum. Zaten o sırada da bizim dondurma partimiz başlıyor, onu tarih kitabıyla baş başa bırakıp partiye geçiyorum.

Burning Man’deki her kamp, oradaki topluluğa bir şey sunuyor. Bizim kampımız Dusty Delight da dondurma kampı. Her gün öğleden sonra dondurma partimiz başlıyor. Aynı kampta kaldığımız bir sürü kişinin oldukça iyi DJ’ler olması sayesinde, art car’ımızda her gün farklı bir DJ performansını sergilerken, art carın yanındaki tezgahta iki çeşit dondurma servis edilmeye başlıyor. Yoldan geçen, canı isteyen herkes bizim kampın ücretsiz olarak sunduğu bu dondurmalardan alarak bizim kampımızda bizimle birlikte partiliyor.

Çölün ortasında bir çadırda dondurma üretmeyi mümkün hale getiren ve gerçekten şaşırtıcı derecede leziz dondurmalar üreten projenin lead‘inin benim erkek kardeşimin olması muazzam gurur verici. O gün içemediğim kahvenin yerine, espressolu dondurma yiyorum. Tam bir Marie Antonette anı: Kahve bulamıyorlarsa, kahveli dondurma yiyerek dans etsinler.

Gün batımı saatinde Monolink’in çaldığını öğreniyoruz. Benim hiç duymadığım ama San Franciscolular’ın çok sevdiği ve şimdi adını hatırlamadığım bir DJ ile birlikte… Tütü günü olduğu için, üzerimize tütülerimizi geçiriyor ve bisikletlerimize atlayıp o güne kadar hiç gitmediğim bir sahneye gidiyoruz. Üzerimizdeki vinçte kadınlar iplerden sarkarak dans ediyor, tütü giymiş yüzlerce insanın dans ettiği bir ortam harika görünüyor ve müzik harika.

Kampımızdan Yiğit & Yas çiftiyle de ayaküstü hal hatır sormanın ötesine geçip birlikte dans ettiğim ilk etkinlik oluyor bu – ki sonraki günlerde birlikte çok eğleniyor ve çok dans ediyoruz. İkisi ayrı ayrı müthiş eğlenceli, müthiş sevgi dolu insanlar olmalarının yanı sıra, ikisi bir arada aklımdaki evlilik önyargılarını bir kere daha sorgulatacak kadar harika bir çiftler. Hem birbirlerine sevgi gösterirlerken, hem de birlikte oldukları herkesle iletişim halinde kalarak eğlenmelerine bayılıyorum.

Monolink’ten sonra kampa dönüyoruz ve bu sefer kardeşimle birlikte çadır komşularımızı da alarak gizemli bir barın peşine düşüyoruz. Japonya’daki bir bölgenin birebir kopyasını yapmışlar, önünden geçerken görünmüyormuş ve dışında adı yazmıyormuş, bir konteynır yığının arkasına konumlanmış. Burning Man, bir yandan da böyle söylentilerle ünlü, bazen kimsenin bulamadığı etkinlik ve mekanların varlığının ağızdan ağıza gezdiği bir yer; ama bu gerçek çıkıyor. Bir barlar mahallesi yaratılmış ve infused romlardan viskilere gerçekten harika içkiler servis ediliyor.

Oradaki her bir barda birer içki içtikten sonra istikametimiz -bir önceki yazıda bahsettiğim- Mayan Warrior art car çünkü o gece Jan Blomqwist’ten Echonomist’e kadar bir sürü harika DJ o sahnede çalıyor. Yine yeşil neon ışıkları gökyüzünde takip ederek sahneyi buluyoruz.

Bu sahnenin kampın her yerinden görünen neon ışıkları hayatımızı çok kolaylaştırıyor, çünkü bu art car şeklindeki sahnelerin herbiri, her gece çölün bambaşka bir yerinde konumlandığı ve çöl dev gibi bir alan olduğu için, böyle bir neon ışığı olmayan sahneleri bulmak hiç kolay değil.

Biz bisikletlerimizi park edip sahnenin önünde dans etmeye başladıktan bir saat kadar sonra, sahne hareket etmeye başlıyor. Dadadam! Binlerce kişiyle birlikte yine sahnenin yanında bisiklet sürerek sahneyi takip etmeye başlıyoruz ve sonra bu sahne, Robot Heart’ın art car’ı ile birleşiyor ve ikisinin DJ’leri birlikte bir performans sergilemeye başlıyor.

Bizimkiler bir noktadan sonra çölde biraz art gezmeye karar veriyorlar. Benim o muhteşem müzik performansını bırakmam söz konusu bile değil, “Ben buradayım.” diyorum.

O sırada Black Rock City’de internet ve telefonun çalışmamasının her şeyi ne kadar değiştirdiğini fark ediyorum. Başka bir festivalde bu şekilde gruptan ayrılsam; bir noktada ya onlar çok güzel bir şey bulunca konum ve fotoğraf atıp ‘Buraya gel.’ derler, ya da ben onlara yeni çıkan DJ’in kim olduğunu haber veririm… Dolayısıyla bu tip planlamalar ve haberleşmeler sebebiyle cep telefonlarımız genel olarak elimizde olur. Black Rock City’de ise bunların hiçbiri yok, o yüzden nerede kiminleysek onunla o anın tadını çıkartıyoruz. Buluşmak söz konusu değil, yalnızca karşılaşmalar var.

Yalnızca geliştirdiğimiz bir strateji var: Herhangi bir sahnede dans ederken hep sol kolonun hizasına konumlanıyoruz. Böylelikle dev sahnelerde eş zamanlı olarak tanıdığımız kişilerle dans ediyorsak karşılaşma ihtimalimizi arttırıyoruz. Nitekim de öyle oluyor; az sonra bizim kamptan kızlar dans ederek yanıma geliyorlar.

Bir noktada yorulduğumu hissetmeye başlıyorum. Aslında gün doğumuna daha saatler var ve gün doğmadıkça Black Rock City’de eve dönüş zamanı gelmemiş kabul ediliyor. “Niye bu kadar hızlı yoruldum ki ben?” diye düşünüyorum. Ve o sırada şaşkınlıkla şunun farkına varıyorum: Öğlen bizim kamptaki dondurma partisinde dans etmeye başladığım andan itibaren yani 10 saatten uzun bir süredir kesintisiz olarak ya dans ediyorum ya da bisiklet sürüyorum.

Her şey o kadar cazip ki, insan hiç uyumak, hiç bırakmak istemiyor. Özellikle benim gibi dans etmeye bayılanlar için Burning Man, bu açıdan bir tuzak aslında. Çünkü saat kavramı yok ve o etkinlikten bu etkinliğe koşarken, yanınızdaki eşlikçiler de sürekli olarak değiştiği için ne kadar çok zaman geçtiğini kesinlikle fark etmiyorsunuz.

Okuduğum burgin guide’lardaki tavsiyeler geliyor aklıma. Sürekli olarak kendine sorman gereken sorular var: “Aç mıyım, yorgun muyum, yeteri kadar su içtim mi?” Bunlara dikkat etmediğin zaman çeşitli duygusal çöküşler yaşama riskini arttırıyormuşsun.

Kendi kendime “Hadi Sezocum, festivalin daha ikinci günündeyiz. Şansını zorlama.” diyorum, kızlarla vedalaşıyor ve kampa dönmek için bisikletimin üzerine atlıyorum. Ve fakat, çölün derinliklerinden alana doğru bisiklet sürmeye başladığımın daha beşinci dakikasında filan kulağıma çok iyi bir müzik gelmeye başlıyor. Kendi kendime gülüyorum, o müziği takip etmeden duramayacağımı bal gibi biliyorum. Bisikletimin rotasını alandan müziğe doğru çevirirken, çantama uzanıp hortumumu ağzıma alıyorum: “En azından biraz su içeyim.”

Takip ettiğim müzik beni muhteşem bir yere çıkartıyor. Dev bir heykel, heykelin altına konumlanmış tavşan şeklinde bir sahne. (Ben o sahneyi daha sonra hep ‘tavşan sahne’ olarak andığım için sonra bir sürü kişinin de aklını karıştırıyorum. Aslında o bir tavşan değil, geyikmiş ve ayrıca yine iddialı line-uplarıyla ünlü olan Maxa imiş. Ben onun da ünlü ve kovalanan bir sahne olduğunu bilmeden, çölün ortasında kulağıma gelen bir müzikle keşfetmiş oluyorum.)

Ortam ve müzik o kadar güzel ki, önce biraz açıkta durup bisikletimin üzerinden ve uzaktan izliyorum. Yüzlerce neon ışıkla parlayan park etmiş bisikleti, heykeli, dans eden insanları, sahneyi… Çok az kullandığım telefonumu çantamın derinliklerinden bulup, oranın bir fotoğrafını çekiyorum.

Sonra kamerayı kendi yüzüme çeviriyorum, kendimi korkunç dağılmış ve yorgun bir halde görmeyi bekliyorum. 14:00’te başlayan dondurma partisi, sonra Monolink, sonra barlar sokağında geçen saatler, sonra Mayan Warrior sahnesinde üç ayrı DJ performansında aralıksız dans, bütün bunların arasındaki uzun mesafelerde bisiklet sürmek… Ve telefonun kamerasından kendime baktığımda değil yorgun ve dağılmış bir hal, sanki upuzun bir uykudan yeni uyanmış kadar canlı bir yüz ve parlak gözlerle karşılaşıyorum. Kendi yüzümü çok uzun zamandır bu kadar mutlu ve canlı görmemiştim.

Mutluluk, eğlence, sevgi dolu ve hiç bir şey için endişelenilmeyen, strese girilmeyen bir hayatın nasıl olabileceğini deneyimlemek gerçekten muazzam bir şey. Kendi kendimin bir videosunu çekiyorum, bunun mümkün olduğunu kendime hatırlatmak için.

Oraya gelmeme vesile olan ve o sırada o festival alanının neresinde olduğunu bile bilmediğim Memo’ya içimden bir kere daha teşekkür ediyorum. Sonra hipnotize olmuş gibi sahnenin içine çekiliyor, bisikletimi park ediyor ve dans etmeye başlıyorum.

Burning Man Günlükleri -3: Çölde Dondurma Partilerimiz, Lokasyonu Gizli Japon Barı Keşfi, Saatsiz ve Telefonsuz Hayat” üzerine 2 yorum

Yeliz için bir cevap yazın Cevabı iptal et