Herkesin çok küçük yaşlarından beri zihninde olmak istediği kişiye ilişkin bir imge vardır ya, benimki seneler boyunca hep aynı oldu: İyi bir işi olan. Ajandası hep dolu. Özgür. İyi görünen. Renkli bir skalada geniş bir arkadaş çevresi olan. Çok seyahat eden. Renkli, hızlı ve maceralı bir hayat yaşayan kadın.
Hep bunun için çalıştım. Kariyerimdeki yükselen ivmenin arkasındaki asıl motivasyonum havalı iş unvanlarından ziyade seyahatlerimin finansmanını sağlayabilmek ve iş düzeninde özgürlük sağlayacak bir pozisyona ulaşmaktı.

Ne kadar hoşlanırsam hoşlanayım ve vaadettikleri hayat ne kadar konforlu olursa olsun, beni bir eve ve şehre sınırlama riski olan adamlardan panikle kaçtım.
İçimde eve kapanıp günlerce romanlara gömülüp hayal aleminde takılabilecek yanımı hep törpüledim. İşime yarabilecek eğitimlere, kişisel gelişim konularına, zaman planlamasına ve odaklanma konularına hep hayatımda yer verdim. Bir şeyleri kaçırma ve eksik yapma hissinden (FOMO da diyorlar buna) had safhada mustarif oldum. (Muzdarip demiyorum çünkü bu beni dertlendirmedi, tam aksine bundan da çok haz aldım.)
Vizyon panolarımdan Hıdırellez dileklerimi yazdığım kağıtlara kadar hep festivallerin, partilerin, uçakların, uzak istikametlerin görsellerini yapıştırdım.

“Hem o kadar çok çalışıp, hem de çok gezemezsin. Birini seçmen lazım.” deyip duranlara hiç kulak asmadım, tam tersine bu tip söylemler beni hep daha çok gaza getirdi. Sosyal medyada çok gezen “If someone tells you that you can’t do it, do it twice and take pictures.” mottosundan gittim, bana yapılamaz denilen şeylerin onlarca kere yapıp, instragramı kocaman gülümsediğim fotoğraflarla doldurdum.
Üniversiteden mezun olmadan atıldığım iş hayatında şimdiye kadar yalnızca bir kere bir mola verdim, onun dışında hep çok çalıştım. Hep çok seyahat ettim. Hep çok sosyal ve eğlenceli bir hayat yaşadım. Ama bütün bunlar olup biterken hala çok sınırlıydım yapmak istediklerim için. Sabit mesai saatlerim ve senede 14 gün yıllık iznim vardı.
Her şey tam istediğim kıvama bundan birkaç yıl önce Covid sayesinde geldi, “uzaktan çalışma” kavramı hayatımıza girince…

Bana inanılmaz bir oyun alanı açan bir esneklik sağlıyordu uzaktan çalışmak. Ayrıca bu döneme kadar kendimi zaman planlaması, disiplin ve odaklanma konularında çok eğitmiş olmam, beni bir sürü çalışandan çok hızlı ayırdı. Şirkette olmadıkça çalışamayan, dağılan, odaklanamayanlardan değildim. Kontrol bana bırakıldığında zamanımı müthiş şekillendirip kullanabiliyordum.
Anne ve babamın bana çocukken uygulamalı öğrettiği bir stratejik bilgi de vardı cebimde: Senden beklenilenleri beklenenden fazlasıyla yaptığın sürece, kimse bunun dışında ne yaptığınla ilgili konuşmaya çok cüret edemez, kendine özgürlük alanı açarsın. Karnem yıldızlı beşlerle, pekiyilerle doluyken, okulun en serserileriyle takılıp en büyük yaramazlıkları yapsam bile yerim ayrı oluyordu. Üniversitede tek ders bile bırakmadan çok iyi not ortalamasıyla sınıfı geçerken, ailem sürekli ne yaptığımı veya okula gidip gitmediğimi sorgulamaya gerek görmüyordu.
Performansın özgürlükle ilişkisini çok küçük yaşlarda öğrenmiştim başka bir deyişle. Ve bunu uzaktan çalışma döneminde de kullandım: Benden beklenilenin çok üzerinde performans koydum ortaya, dolayısıyla bir süre sonra çalıştığım şirkette kimse nerede olduğumla ilgilenmemeye başladı. “Sezen’e yollayın, o halleder.” demeye başladı herkes. Dünyanın dört bir yanında mekik dokurken, benden beklenen her şeyi hallettim de gerçekten. Geceleri çalıştım, hiç uyumadan uçaklara bindim. Ohri gölünün kıyısında güneşlenirken çok kritik bir konuyu da çözdüm, Brezilya’nın altını üstüne getirirken uzun otobüs yolculuklarında sözleşmeler de yazdım, Tayland’dan hisse devirleri yaptım, San Francisco’dan şirket kurdum. Ve bütün bunları her zaman İstanbul’da masanın başında oturanlardan daha hızlı yaptım. Hiç gevşemedim, hiç savsaklamadım. Meditasyonlarımı bile içsel bir gelişimden ziyade gerektiğinde her koşulda bilgisayarımı açıp işe odaklanabilme kasımı geliştirmek için yaptım.

Bu süre boyunca, seyahatlerim de gittikçe Avrupa’daki konforlu şehirlerden, daha bilinmeyen daha maceralı istikametlere dönmeye başladı. Bu seyahatlerimde sıcakla, soğukla, selle, fırtınayla, açlıkla, sussuzlukla, uykusuzlukla her şeyle sınandım.
Fiziksel ve zihinsel sınırlarımı sürekli olarak zorladığım için uykusuzluğa da, uzun saatler çalışmaya da, krizlere de, stresle mücadeleye de dayanıklılığım sürekli olarak arttı. Kendi sınırlarımı sürekli olarak zorladım ve sınırlarımın sandığımdan daha fazla olduğunu fark ettim her seferinde.
Söylediğimde kulağa abartılı ve ukala geleceğini biliyorum; ama ben geçtiğimiz üç yıla ortalama bir kişinin hayatı boyunca yapmadığı kadar seyahat, festival, parti ve büyük iş projesi sığdırdım.

Elbette bunun faturaları da oldu: Aşk hayatımdaki istikrarsızlık, kendine çok bakamamak, düzensiz uyku, sürekli hızlı hazırlandığım için standart giyinmek, asla “paketi yeni açılmış kadar muntazam” görünmemek, içsel derinliklerimi keşfedememek….
Çok eğlendim. Kendimle çok gurur duydum. Seneler boyunca tam hayalini kurduğum hayatı yaşadım, hayallerimden hiç eksiği olmadı, hatta fazlası bile oldu. Benden ilham aldığını söyleyen genç kadınlardan aldığım mesajlarda çok duygulandım. “Hem başarılı, hem eğlenceli olamazsın.” mitinin yıkılmasına olan katkımdan, bu süre boyunca yaptığım her şeyden daha gururluyum.

Fakat dozunu bilemedim. İnsanın yaptıkça daha çok yapası geliyor ya… Beslenmene dikkat et deyip duran annemle babama kulaklarımı tıkadım, “Uyuman lazım Sezo biraz” diyen arkadaşlarımın inadına “Erken kalkan yol alır, uyumayan her boka yetişir.” dedim. Çalışma tempom karşısında şoka girenlere güldüm. Çünkü kendimi iyi hissediyordum. Yaptıklarım, yapacaklarım için beni o kadar çok motive ediyordu ki; kendimi hep inanılmaz enerji dolu hissediyordum.
Bir yokuştan aşağı koşmaya başladığınızda ortasında durursanız düşersiniz ve gittikçe daha çok hızlanarak aşağı inersiniz ya; ben de tam öyleydim. Yapabildiğimi gördükçe vitesi yükseltiyordum. Önce iş ve seyahatlerim vardı. Sonra buna festivaller eklendi. Sonra misafirler ağırlamaya başladım. Sonra eğitimler, kendi kendime icat ettiğim projeler derken hiç durmaz oldum.
İnsanın sürekli olarak yaptığı şeyler ne kadar havalı olursa olsun o heyecan ve adrenalin hissini kaybetmeye başlıyor, normaline dönüşüyor. Eskiden bir seyahat planım varken, o beni üç ay heyecanlandırırken, sonra ardışık seyahatlerim bile bana o hissi vermemeye başladı.

Pat diye olmadı bu muhtemelen, ama ben geldiğini de göremeyecek kadar meşguldüm hep. Maalesef elimizde mutluluk ve haz ölçen bir cihaz da yok. İnsan fark edemiyor bunu. Alıştığını yapmaya devam ediyor. Madde bağımlılarının bir yerden sonra aynı hazzı alamayıp sürekli dozu daha fazla arttırması gibi, ben yaptıklarımdan aldığım haz azaldıkça hızı biraz daha arttırdım, ajandamı daha çok doldurdum.
Yakın çevremin benim bu tempomda gördüğü risk bir sağlık sorunu yaşama veya işlerimi yapamayacak şekilde bir burn-out geçirme ihtimalimdi. Ben dürüst olmak gerekirse bunun için hiç kaygılanmamıştım. Hızlı bir hayatın – yalnız iş obsesyonunda bir hız değilse bu- dans etmeyi ve keşfetmeyi içeriyorsa, tam aksine burn-outları engellediğine içtenlikle inanmaya hala devam ediyorum.
En büyük riskin ne olduğunu o risk gerçekleştikten sonra anladım: bir yerden sonra o kadar hızlandıktan sonra frenin varlığını bile unutmak, hep daha da hızlanmak ve o tempoda o maceradan bu işe koşarken iç dünyanda olup bitenleri göremez hale gelmek ve duygularına yabancılaşmak.
(Devamı gelecek)

“değişim zamanı geldi hissi – 1” üzerine bir yorum