Untold’dan İstanbul’a döndükten sonra cebimde bazı karar ve farkındalıklar var evet; fakat bunları hazmetmek veya uygulamak için hiç zamanım yok. İnanılmaz yoğun bir iş temposu içinde buluyorum kendimi; gündüzleri toplantılara koşuyor, sonra geceleri oturup sözleşmeler yazıyorum. Bir yandan da Amerika seyahatim için hazırlanmam gerekiyor. Beş dakika bile tembellik yapmadığım, oldukça uykusuz ve hızlı günleri birbiri ardına deviriyorum.
İşim bu kadar yoğunken, kendi içimi göremez hale geliyorum. Bir değişim zamanı geldi hissi her hücremde; ama o değişimin ne olduğunu bulabilmek için oturup düşünmem gerektiğini sanıyorum ve sürekli bu kadar çok çalışırken öyle bir zaman bulamıyorum. Dolayısıyla zihnimde şöyle bir alarm ve soru işareti belirlemeye başlıyor: “Belki de değiştirmem gereken şey işimdir?”

O günlerde patronum da çok yoğun, ondan bir türlü toplantı almayı başaramıyorum. Sonunda bir akşam oturup ona bir e-posta yazıyorum:
“Bu günlerde, bu grupta beşinci senemi dolduruyorum. Krizler, maceralar, aksiyonlar, başarılar, gururlar, acillerle dolu fırtına gibi geçen bir zaman dilimi oldu. Bu sürede hukuki konuların dışında sizin açtığınız alanlarla süreç yönetimi, birbirinden çok farklı insanlarla uyum içinde çalışma çabaları ve zorunlu olarak zaman yönetimi açısından kendimi çok geliştirme fırsatım oldu . Bütün bu iş stresinde kendi kendimi sürekli olarak motive etme yolu olarak bulduğum seyahat kaçamaklarına, her yere her an yanımda taşınan bilgisayarım ve zaman sınırsız çalışma tarzıyla geçen bu sürede sürekli bir şeylere acelem vardı, sürekli bir şey yetiştirme çabasındaydım. Dolayısıyla böyle bir beş yıllık dönemeci bir durma, bir yeniden şarj olma vesilesi olarak kullanmak istiyorum.” diye başlıyorum.
Her bir cümlemde çok samimiyim. Ben bu şirketler grubuna çok şey verdim ve kazandırdım; diğer yandan onlar da bana çok imkan sundu ve çok şey öğretti. İşimi çok seviyorum ama kendimi çok yorgun hissediyorum. Biraz uzaklaşmam, durmam ve düşünmem lazım.
Burning Man için ve sonrasında Amerika’da biraz vakit geçirip, kendi içimde her şeyi oturtana kadar patronumdan müsaade istiyorum.
Anında cevap geliyor: “Go girl, my soul is with you.” Hemen ardından oralarda herhangi bir şeye ihtiyacım olursa onun selamıyla iletişime geçebileceğim birinin iletişim bilgileri geliyor. Ağlıyorum. Dünyanın en harika patronuna sahip olduğum için mutluluktan ağlıyorum.

Bütün işlerimi temizliyor, valizlerimi topluyor ve San Francisco’ya uçuyorum. Erkek kardeşimden çıkan harika bir plan ve fikirle hayatımın ilk Burning Man macerasını yaşıyorum. (Burning Man’in detaylarına burada yeniden girmeyeceğim, hepsini detaylı olarak yazdım, şu yazılardan ulaşabilirsiniz.) Evet yorucu, evet pahalı, evet çok organizasyon gerektiren bir macera ancak bütün bunlara değecek kadar çok heyecan ve keşif ve deneyim içeriyordu. Bilmediğim şeylerle doluydu, yepyeni ufuklar açtı, heyecan verdi, döndükten sonra günlerce o deneyimi ve o hisleri düşündüm, konuştum, anlattım ve yazdım. Hayatımda çok uzun zamandır bana bu kadar farklı gelen bir şey deneyimlememiştim.

Burning Man bazı şeyler için bir dönüm noktası oldu benim açımdan. Abartmıyorum ve şimdi aradan biraz daha zaman geçtikten sonra bunu daha net biçimde görebiliyorum. Öncelikle, beni kendi odağımdan biraz çıkarttı, paylaşmanın büyüsü ve sihriyle tanıştırdı. Kendim ve kendi hayatım odaklı yaşamak yerine, ben birilerine bir şeyler verdikçe, hayatın bana bambaşka yerlerden bambaşka şeyler akıtabileceğini gösterdi ve o günden sonra bunu gündelik hayatımda uygulamak muazzam sonuçlar vermeye başladı.
İkinci olarak dünyanın bir yerlerinde aklımı başımdan alacak kadar büyüleyici ve farklı deneyimler olduğunu hatırlattı bana. İstanbul’da gece dışarı çıkıp durmak veya zırt pırt o kadar da çarpıcı olmayan seyahat deneyimleri yaşamak yerine, artık böyle sıra dışı deneyimlerin peşinde koşmak istediğimden emin oldum.
Hem bunları finanse etmemi sağlayacak, hem de istediklerimi yapmak konusunda beni destekleyecek patronlarla çalışmamı sağlayan işimin kıymetini daha iyi anladım.
Bir de benim için hep muazzam bir test yöntemidir; böyle uzun bir seyahatten geldikten sonra şirkete gittiğimde ne hissettiğimi gözlemlemek… Döndüğümde şirketteki bir sürü kişiyi ve işlerimi ne kadar özlediğimi, yaptığım işi ve birlikte çalıştığım kişileri (hepsini değil tabii ama en azından önemli olan kişileri) ne kadar sevdiğimi fark etmek çok hoşuma gitti. Orası artık yalnızca işyerim değil, ailem bunu bu vesileyle çok net biçimde anladım. Benim bu işimin de kaotik çalışma saatleri var evet; ama sevmediğim insanlarla düzenli saatler çalışmak yerine bunu tercih edeceğimden emin oldum.
Ve bu maceram boyunca tanıştığım adamlar ile tanıştığım standart kalıplara uymayan evli çiftler, aslında içten içe istediğim ama “sanırım böyle bir şey mümkün değil ya.” diyerek vazgeçmenin kıyısında olduğum her şeyin pekala mümkün olduğunu gösterdi bana.

Dolayısıyla ben Burning Man’den hayatımın bazı temel prensipleri konusunda çok net olarak döndüm:
Hayatımda artık ortalama / vasat / sıradan hiçbir şey istemiyorum. Buna gideceğim restoranlardan, çıkacağım seyahatlere, kullanacağım kalemlerden çantalara ve hatta katılacağım planlara kadar her şey dahil. Heyecan duymak istiyorum, şaşırmak istiyorum, bilmediklerimi keşfetmek istiyorum, hayatımın her bir detayının çok içime sinmesini ve hepsinden haz ve tatmin duymak istiyorum.
Bunun tek istisnası nerede olduğumuz ve ne yaptığımız fark etmeyecek kadar çok sevdiğim insanlar. Onlarla her ana, her yerde her paylaşıma varım. Gerçekten hissettiğim ve sorgulamaydığım bir sevgi ve samimiyet varsa ortada, her şey okey. Ancak bu, yalnızca onlara özel bir kota olarak kalacak.
İşimi çok seviyorum, diğer yandan iş hayatımı beni bu kadar hırpalamayacak bir düzene oturtmam lazım. Kendimden yapacağım her ek fedakarlığın ise karşılığının bana ek bir imkan olarak dönmesi gerekiyor. Alma verme dengesinin terazisinde hep bir gözümü tutmalıyım.
Bana kalıplar dayatacak, beni ehlileştirmeye çalışacak veya çabasız ve özensiz ilişkilerde yokum. Ben bana yepyeni ufuklar açabilen ve gümbür gümbür erillikle hayatıma dokunabilen erkekler bana iyi geliyor.
Bunlara karşılık olarak da İstanbul’da zaten bugüne kadar 748237487 kere gördüğüm gece etkinliklerinin devamından, standart ilişki deneyimlerinden ve aklımı başımdan almayacak seyahatlerin tamamından vazgeçmeye de içtenlikle okey olduğumu fark ediyorum. Aynı filmi tekrar tekrar izlemeyi sevmem ben zaten.
Kararlarım çok içime siniyor, diğer yandan benim kökleşmiş alışkanlıklarım var. Kendimi sürekli yeniden bir seyahate çıkacakmış her şeyi halletmek için yalnızca bir kaç günüm varmış gibi acele ederken buluyorum. Bugün şu işleri bitireyim, toplantıya giderken yolda bunları halledeyim diye aşırı verimlilikle kendimi sıkıştırıp durmaya devam ediyorum. Promosyon uçak biletlerinden alırken kendimi kaç kere durdurduğumu bilmiyorum. “Go-go-go mood!” olarak anılan haledeyim. Sürekli işlevsel bir şey yapma anksiyetemle mücadele etmeye başlıyorum.
İstanbul’da seyahat etmeden kaldığımda çalışmak dışında hiçbir şey yapmaz olmuşum. Gece dışarı çıkmayı da bırakınca önce biraz tökezliyorum duygusal olarak. Yeni prensiplerime uygun seviyede yüksek seçicilik, hayatımdaki bir sürü şeyin de üzerini çat diye çiziyor.
Cluj’da seyahatlerime ilişki aldığım karar şuydu: Bundan sonra çıkacağım yollar, ya beni meydana gelebilecek tersliklere değecek kadar çok heyecanlandıran sıra dışı istikametler olacak; ya çok özlediğim ve sevdiğim insanları içerecek ya da kendimi hiç sıkıştırmayacağım veya yormayacağım kadar konforlu olacaklar.
Bu karara uygun iki seyahat yapıyorum. Burning Man’den döner dönmez, keşiflerle dolu yeni bir maceraya çıkamayacağım için, bunlardan biri annemle Samos’a gidişimiz… Sevdiğin biriyle ne yaparsan yap keyif alacağın tatiller kategorisinde bu. Diğeri de Hillside Fethiye, beni hiç yormayacak hiç bir şey planlamamı gerektirmeyecek konforlu seyahatler kategorisinde. Teoride aldığım kararı pratikte test etmiş oluyorum ve evet bunlar gerçekten hoşuma gidiyor. Diğer yandan bu seyahatlerden üç tanesine harcanan para ve zamanla keşif dolu, uzak bir seyahat de çıkar. O yüzden Cluj’da aldığım kararımı şöyle değiştiriyorum: Ayda bir kere sevdiğim insanlarla herhangi bir yere gidebilirim veya konfor dolu bir seyahate çıkabilirim. Ancak bunları da ardı ardına dizip kendimi ve bütçemi yormayacağım. Senede en az dört kere heyecan dolu uzun uzak keşif dolu seyahat asıl niyetim ve amacım.

O sırada doğum günüm geliyor. Her zamanki gibi 29. yaş doğum günümü kutlamak için bende buluşuyoruz. Senelerdir değişmeyen klasikler var: Her zamanki gibi sarı peruğumu takıyorum. Her seneki gibi 29. yaşımı kutluyorum. Her zamanki gibi inanılmaz boyutlarda alkol içme kapasitesine sahip arkadaş ekibim bende toplanıyor. Her zamanki gibi çeşit çeşit içkimiz var. Her zamanki gibi Türkçe pop şarkılara düşüyoruz. Her zamanki gibi çok eğleniyoruz.
Tek bir şey her zamanki gibi değil: Biz evde gece yarısına kadar delice içip eğlendikten sonra bir de dışarı çıkıp sabahlara kadar dans ederiz. Ertesi sabah gözümü bir açıyorum, herkes evin bir yerlerinde sızmış durumda. Sanki birisi bir gaz bombası atmış da herkes bayılmış gibi. Ben o ekibin ne kadar çok içebildiğini biliyorum – kesinlikle abartmıyorum o ekipte bir şişe sek tekilayı tek başına içip hayatına olağan devam edebilen insanlar var. Herkesi de senelerdir tanıyorum, senelerce partiledik birlikte, hiç böyle evde sızma gibi bir şeyi daha önce yaşamamıştık. Kahkahalarla gülüyoruz: “Paralel evrene geçtik bu sene.” diye espri yapıyoruz. Hep şaşırtacak seviyede alkol içme kapasitesine sahip olmuş ben, kendi adıma artık o kadar hunharca içmeyi kaldıramadığımı kabul ediyorum.
Bunu da bir işaret olarak alıyorum, sanki evren bana diyor ki: “Evet tatlım, geleneksel 29. yaş doğum günün bile geleneksel olmadı. Hadi bu yaşını farklı yaşa.”
Ertesi gün karşıma bir cümle çıkıyor: “Sizin heves ettiklerinize biz tövbe ettik.” Sesli gülüyorum, kendi kendime düzeltiyorum: “Tövbe ettik demeyelim de, biz o yolların tozunu attırdık, hevesimizi aldık. Bakalım başka neler varmış?”

“Değişim Zamanı Geldi Hissi – 4: İşimi Sorgulamam, Burning Man Etkileri ve Enteresan Başlayan Yeni Yaşım” üzerine bir yorum