Kendime Teşekkür ve Özür Mektubu

Aslında ne kadar da kendi alanına düşkün, hayaller kurmayı ve kendisiyle baş başa vakit geçirmeyi seven bir kız çocuğu olarak dünyaya geldim. Ben çok hatırlamıyorum o hallerimi gerçi; ama anlatılan hikayelerden bildiğim kadarıyla herkesten uzaklarda olmak için dolap üstlerine tırmanan, misafirler eve geldiğinde arka odalara kaçan, kendisine gösterilen ilgiden bunalan kendi iç dünyasını ve yalnızlığını çok seven küçük bir kız çocuğuymuşum. Benim de kendimle ilgili hatırladığım en eski anılarımda kocaman bir ormanın içindeki yayla evimizin bahçesindeki hamakta veya evimizin havuzunda tek başıma güneşlenirken, kitap okurken, yazılar yazarken ve hayaller kurarken ne kadar mutlu olduğum var.

Yoğun seremonilerden geçmek, üzerinde çalışılmaya niyet edilen esas konuların dışında -veya daha doğrusu onlarla birlikte- insana bir yandan da bütün yaptıkları, yapmak istedikleri, yapması gerekenler olmadan önceki özünü hatırlatıyor. Bütün bu seneler geçmeden önce, kendime bütün bu sıfatları, sorumlulukları, yapılacakları yüklemeden önce ben kimdim? Neleri severdim? Bunları hala seviyor ve görmezden geliyor olabilir miyim? gibi soruları sorduruyor.

Çok büyük ve yeni farkındalıkların yanı sıra, bir yandan da bu hayatta bu güne kadar yürüdüğün yollar, yaptığın seçimler, yaşadığın deneyimlerle seni filtresiz olarak yüzleştiriyor; hafifletilmemiş, başkalarının yorumlarıyla gerekçelendirilmemiş şekilde doğrudan dan dan!

“Hadi bebeğim gel otur şöyle, bakalım bu hayatta bugüne kadar neler yaptın? ‘Yaptım ama’ ve ‘çünkü’ diye açıklamalar da yok burada. Kalbimizle bakacağız bunların hepsine. Zihnimizle değil. Nerelerimizi kırdık? Hasarın boyutu ne oldu? Neler varlığımız gerçekten haz verdi? Aslında hiç bize uymayan hangi şekillere sığmaya zorladık kendimizi?”

İlkokula başladığım gün okuldan nefret etmiştim onu hatırlıyorum mesela. Kalabalıktı, pisti, gürültülüydü. Okula gitmeyeceğimi kesin bir dille beyan ettiğimde, annem önüme diğer seçenek olarak kuaföre çırak olarak gitmemi koyduğu andan itibaren, ikiletmedim. O günden itibaren okul konusunda hiç sorun çıkartmadım, hep gerçekten çok başarılı oldum.

Şu hayatta hep şanslı oldum evet, ama hadi gerçekçi olalım, hırsım hep şansımdan da fazla oldu.

Kimsenin pek öyle Avrupa’ya gitmediği yıllarda 12 yaşımdayken tek başıma önce Almanya’ya, sonra Avusturya’ya gittim. Kanıma seyahat etmek girdiğinde o kadar küçük yaşlardaydım işte. O yıllarda internet de yoktu, gidilen her yol inanılmaz yenilik ve keşif vaat ediyordu. Büyüleniyordum. Hayatımı yollar üzerine kurmak daha o zamanlar içimde yeşerdi. Ben evlilik gelinlik hayalleri kuran kız çocuklarından olmadım, hep yolları düşledim, uzakları merak ettim, valizleri, uçuşları, tekne gezilerini…

Bütün bunların arasında çok kilo aldığım, yüzümün sivilcelerle dolduğu, inanılmaz stresli bir şekilde üniversiteye hazırlandığım bir ergenlik geçirdim. Zordu muhtemelen, ama ben sırada beni bekleyen özgürlük kapısını o kadar sıkı itiyordum, onun için o kadar sıkı çalışıyordum ki – o dönemde hissettiğim zorlukları bile bastırdım herhalde hiç hatırlamıyorum. Tek bir hedefe kilitlenmiştim: Hukuk fakültesini kazanıp İstanbul’a taşınacaktım. O yıllarda ailenin daha pervasız olan büyüklerinden biri bana, “Emin misin? Çok yıpranırsın, şöyle İtalya’da tasarım filan bir eğitim ayarlarız sana. ” diye ikinci bir seçeneğin yolunu açmıştı.

Başarılı olmanın aynı zamanda ‘sonra hep başarılı olmaya devam etme baskısını taşımak’ şeklinde ağır bir yükle geldiğini henüz bilmiyordum o yaşlarda. Yeteri kadar zeki veya başarılı değilsen bunun yerine hoşgörü veriyordu hayat ve toplum sana aslında. Ben bunun aksine, “Başarılı olmak ve senden hep daha da başarılı olmanın beklenmesi” yolundan gitmeyi tercih etmiş oldum. Bu yoldan gidersen, sonra durmaya ve soluklanmaya niyetlendiğin her an üzerine korkunç bir baskı ve endişenin yöneltileceğini bilmiyordum o zamanlar. Ve o yolda bugüne kadar hep çıtayı daha çok yükselterek, bunun benden neler götürdüğünün, bana aslında ne kadar uygun olduğunun veya karşılığını ne kadar aldığımın doğru bir muhasebesini yapmadan soluksuz yürüdüm.

Sonra İstanbul’daki ilk yıllarım… Yeni bir şehirde ailemden ayrı yaşamak, 18 yaşını doldurup reşit olmak, gece hayatı, üniversite öğrenciliği, kendi dişiliğimin keşfi… Trenle Avrupa’yı boydan boya gezmeler, Amerika’ya work&travel’a gitmeler, partiler, aşklar… Bütün dengelerimin hazla, eğlenceyle, aşkla, büyülenerek sarsıldığı, başarı kavramını sorguladığım ve okulu ihmal ettiğim dönemler.

Ardından iş hayatı. Kendi paramı kazanma özgürlüğü ve kendi paramı yönetememe beceriksizliği arasındaki sert geçişler. Hayata karşı bitmek bilmeyen merakımın verdiği enerji.

Gözümü parlatan, kalbimi çarptıran her şeyin peşinden, sonunu düşünmeden tereddütsüz tam gaz sol şeritten gidişlerim. Muhtemelen hayatımdaki en büyük duyguları yaşadığım, en büyük hasarları ve hazları aldığım yıllar…

Hayatın bana inatla seçimler sunmasına karşılık her şeyi birden istemekteki ısrarım. Buna aç gözlülük gibi olumsuz bir sıfat eklemeyi hep reddedeceğim, iştah demek istiyorum – hayata karşı iştahım – çünkü bu olmasaydı bugüne kadar çok daha sıradan seneler geçirirdim. O iştah ve o iştahla birlikte gelen mantık dışı hayat enerjisi, benim çok uzun seneler boyunca ‘süper gücüm’ oldu.

Çünkü içinde bulunduğumuz hayat tarzı ve toplum nedense insanı sürekli olarak tek boyutlulaştırmaya çalışıyor. “Kariyerinde yükselmek istiyorsan, gece gezmelerini azaltman lazım.” , “Düzgün bir ilişki yaşamak istiyorsan daha az seyahat etmen ve daha yerleşik olman lazım.” şeklinde bitmek bilmeyen seçimler konuluyor sürekli önüne. Ve bunlara karşı çıktığında, bu yollardan gitmiş birisini seçmiş olan herkes sana sinirlenmeye başlıyor. Senin derdin sadece kendinle ve kendi hayatınla ilgili olsa bile, sen onların yolundan gitmediğinde insanlar sinirlenip seni bir sürü şeyle yaftalamaya başlıyorlar: Çılgın, gerçeklikten uzak, hafif meşrep, şuursuz…

Bunlara kulağını kapatmak zorunda kalıyorsun, kendi istediğin yoldan gidebilmeye devam edebilmek için hatta kendi kalbine dahi kafanı çeviriyorsun çoğu zaman.

Çünkü içgüdüsel olarak biliyordum sanırım veya o sırada aldığım bazı darbelerle kıvrak ve hızlı bir şekilde anlayabildim: Eğer durursan ve eğer dinlersen, insanlara kendini açıklama ihtiyacı duymaya başlayacaksın. Anlatırsan anlayacaklar sanacaksın, enerjini yapmak istediklerine değil, yaptıklarını başkalarına izah etmeye başlayacaksın. Bence toplumla yıldızı barışmayan, hep biraz küskün kalan, isteklerinin peşinden gitmeye başlamışken bir anda durup arada sıkışmış halde kalakalanlar hep bu kendini anlatırsa anlaşılacağına inanan daha naif bir grup.

Ben onlardan olmadım. O yüzden etiketlerimin arasına bencil olmak da eklendi sıkça. Kısıtlamaya, çizgilemeye çalışanlara sakin sakin laf anlatmadım, kendimi açıklamakla pek zaman kaybetmedim, çok üzerime gelindiğinde de ortalığı ateşe verip çıktım oradan. Bu davranışlarım da garip etiketlenmelere maruz kalmama sebep oldu – ama yine tam olarak bu sayede küskünlerden değil, hayatın güzelliklerinden olabilecek en çok seviyede faydalanan mutlu tuhaflardan oldum ben. “Deli biraz, naptığı belli değil” gibi arkamdan konuşulan cümleler, arkamdaki rüzgarlarda kaldı.

Açıklamalar yaptığım zamanlarda, buraya açıklama minvalinde yazılar yazdığım zamanlar da aslında kimseye bir şey anlatmıyor veya izah etmiyordum aslında; gittiğim yoldan tereddüde düştüğüm anlardı onlar, gerekirse geri döneceğim noktaları işaretliyor, neyi neden yaptığım için kendime hatırlatmalar bırakıyordum.

Çat diye çark ettiğim, çok fevri kararlar aldığım düşünülen anlar oldu – genellikle sevgililer ve işlerden ayrılmak gibi – aslında hiç biri çat diye değildi ve hiçbiri fevri değildi; tam aksine onlar aslında emin olamadan yürüdüğüm yollardan daha geç olmadan geri dönüşlerimdi. Hayatta sanırım başlangıçlarımı hiç düşünmedim tasarlamadım, ama bitişlerin hepsinde mantıklı açıklamalarımın sezgilerime ve kalbime yetişmesini bekleyerek biraz fazladan yol gittim.

Çünkü özümü unuttum bu yıllarda, o tek başına zaman geçirmeyi seven kız çocuğunu hiç durmadan işlerden, partilere, seyahatlerden, aşklara koşturup durdum. Hiç o ihtiyaç duyduğu ve keyif aldığı yalnızlığı ona vermedim, hep yapılacaklar vardı, hep başarılacaklar. Dinlenme adı altında yapılan planlara bile birilerini veya bir şeyleri dahil edip durdum. Dolayısıyla kendi içimi ve ihtiyaçlarımı ve hepsinden önemlisi, zihnimden çok önce doğru kararları alan sezgilerimi duyamaz oldum tam da bu yüzden.

Kendimle işte tam bu anlattığım sebeplerle hem gurur hem de şükran duyuyorum; hem de yine aynı sebeplerden kendime bir özür borçlu hissediyorum.

Oldukça sıradan eğitimler almış, biraz eli para görünce birkaç seyahate çıkıp, bir kaç değişik yemek yemiş insanların kendilerini inanılmaz cilaladığı bir ülkede yaşıyoruz. Geçenlerde birkaç kişinin kendisini şu kadar ülkeye seyahat ettim, bu işleri yapıyorum diye hiç durmadan kendilerini övdüğü bir ortamda bulundum. Sessizliğimi hayranlık olarak yorumladılar. Üstelik de bunlar sebebiyle beni kendilerinden daha az görmek gibi cüretkar bir tavır içindelerdi. İçimde eskiden gümbür gümbür olan “Tatlım senin o övdüğün okul ve kariyeri siktiri boktan olarak tanımlayacak kadar fazlasını ve iyisini yaptım ben. Gittiğin o ülkeleri de yirmili yaşlarımda arşınlamıştım. Senin bu övündüklerin ile benim yaptıklarım arasında bebeleri pistten alalım diyeceğim kadar fark var.” cevabını vermek isteyecek tarafımın artık sessiz olduğunu fark ettim. Gülümsedim, karşımdakinin yaralarına sevgiyle bir selam çaktım, takdirlerimi belirttim ve devam ettim.

Ben gerçekten büyük bir hayat yaşadım bu güne kadar. İçimdeki o yalnızlığını ve hayal kurmayı seven küçücük kız çocuğunu, toplumla, kurallarla, yasaklarla olmazlarla, yaftalarla savaştıra savaştıra… Ardışık ve iddialı eğitimler aldırdım, hiç durmadan kesintisiz olarak kurumsal hayatın curcunasında koşturdum, partilere, festivallere ve seyahatlere sürükledim, çizgi dışı aşkların kollarına teslim ettim, çok mutlu anlar da yaşattım, çok büyük kalp kırıklıkları da… Şimdi durup geriye bakınca, tam da bu yüzden işte kendimle çok gurur duyuyorum. Her şeyin en iyisini yaptım elbette diyemem; ama ilgimi çeken her cephede bana yeter zaferlerim ve bolca deneyimim var.

Diğer yandan yine aynı sebeplerle kendime bir özür borçluyum. Çünkü ben hep asıl başarımın o yaptıklarım, o başardığım iş projeleri, yükselen kariyerime eşlik eden renkli seyahatler, az zamana sığdırdığım çok deneyimler olduğunu düşündüm. Bu hayattaki süper gücümün, enerjim, zaman planlama yeteneğim ve vücudumun dayanıklılığı olduğunu sandım.

Halbuki bu yeryüzünde, dünyanın güneşin etrafında döndüğü 38 turda, ne kadar darbe alırsam alayım, ne kadar kırılırsam kırılayım, bir gün önce ne kadar yorulmuş olursam olayım, her sabah HALA hayata karşı meraklı kalarak, kim ne derse desin kendi yapmak istediklerimin peşinden gitmeye ve kendi istediğim hayatı yaşamaya niyetli ve gerekiyorsa bunun için savaşmaya hazır olarak; daha güzel günlere umudumu hiç kaybetmeden dans ederek yeni güne başlamak asıl yarattığım mucizeydi. Bunu anlamadım ve takdir etmedim bugüne kadar – hep yaptıklarıma odaklandım. Ama bu olmasaydı – zaten yaptıklarımın çok büyük bir kısmını yapamazdım.

Kendi mucizelerinizi takdir ederek kalın!

Kendime Teşekkür ve Özür Mektubu” üzerine 5 yorum

  1. bir dost dedi ki:
    bir dost adlı kullanıcının avatarı

    uzuuun zaman sonra ilk defa bi blogunu tam tamına okudum gözlerim doldu cook uzun yazabilirim ama yazmıycam cunku baslarsam duramam onun yerine seni sana anlatim

    87yasına geldiğinde (sen o zamanlae hala 29kutluycaksın) birisi sana hayat nasıl geçti diye sorsa gururla *mına koydum öle bi yaşadımki muhtemelen hakkını köküne kadar verdiğim için beni geri gönderip 1 yaşam hakkı daha vericekler diyebilecek dünyadi 100insandan 1i filan olabilirsin ve seni tanıdıgım için seni görebildiğim senşe vakit geçirebildiğim senle anılarım oldugu için kendini çok şanslı hissediyorum..

    bir dost 🤪

    Beğen

  2. almostobservation6d74a2cdf7 dedi ki:
    almostobservation6d74a2cdf7 adlı kullanıcının avatarı

    orda olduğun ve mucizelerini paylaştığın için teşekkür ederim. Cesaretini de ekle mucizelerine ve bolca takdir etmeyi ihmal etme 🙂

    Beğen

Yorum bırakın