Radyoterapi ve Kemoterapiden Sonraki İki Aylık Dönem: Su toplayan kalbim

Kanser hakkında yazmak benim açımdan çok kolay değil. Bir yandan, kendimle hiç örtüştüremediğim için çoğu zaman varlığını unutuyorum, diğer yandan her şey o kadar belirsiz ve o kadar kişiye özgü bir süreç ki, net bir şey söylemek veya anlatmak gerçekten güç. Yine de bu yazıları yazmak istiyorum, çünkü hem belirli aralıklarla bu süreci gözden geçirmek ve yazmak, benim aklımı derleyip toplamamı sağlıyor; hem de benden sonra teşhis alıp tedaviye başlayan pek çok kişiye benim sürecim ve bu yazılar bir destek ile motivasyon oldu. Bu açıdan birilerine dokunabilme fikri beni içtenlikle çok mutlu ediyor.

Teşhisin konulması sürecini Giriş, tedavi sürecimi Gelişme şeklinde iki ayrı yazıda yazmıştım. Şubat ayında başladığım tedavi mayıs ayında bittiği zaman, kan değerlerim yerlerdeydi, yürüyemediğim için tekerlekli sandalye ile geziyordum, nabzım çok yükseliyordu ve nefessiz kalarak uyandığım geceler çoktu.

Diğer yandan çok şanslıydım, bütün bu yolu ve süreci bana maddi manevi her konuda müthiş desteklenmiş hissederek geçirmemi sağlayarak muhteşem insanlar vardı hayatımda. ❤

Ayrıca annem beslenme konusunda şov yapmıştı, çok az bir kilo kaybıyla bu süreci kapatmıştım. Saçlarım da korktuğumdan çok az dökülmüştü.

Bu iki detayı veriyorum çünkü bu sürecin bence en zor yanı tam olarak bu: Tam “Ohhh atlattım, bu kısmı hallettim.” dediğiniz konular bile hiç ummadığınız bir anda sizi dev bir hayal kırıklığına uğratabiliyor. Veya tam aksine çok korktuğunuz bazı şeyler çat diye iyileşebiliyor. Diğer bir sürü hastalıktan farklı olarak, kanserin ve tedavisinin bitiş çizgisi, yan etkileri, sonradan ortaya çıkacak diğer sorunlar ve toparalama süreci tamamen belirsiz. Örneğin kemoterapi sürecim bittiğinde saçlarım yukarıdaki fotoğraftaki gibiydi. Şu anda, kemoterapi tedavim bittikten altı ay sonra inanılmaz bir saç dökülmesi ile mücadele ediyorum, her duşta kalan saçımın yarısını döküp çıkıyorum. Yukarıdaki fotoğraftaki saçlarımı özlüyorum. – Ki bahsedeceğim karın çevremin bu foroğraftakinin beş katı kadar şiştiği bir dönem de geçirdim.

Mayıs ayında kemoterapi, radyoterapi ve brakiterapi tedavi sürecim bittiğinde, kanserli dokuda küçülme sağlanmıştı ve aldığım kemoterapi ve radyoterapinin de tedavi etkilerinin altı ay kadar daha sürmesi öngörülüyordu. Dolayısıyla sonraki planlama çok olağanüstü bir durum olmadıkça iki ayda bir MR çektirerek durumu kontrol etmek şeklindeydi.

Tedavi bittiğinde ilk hedefim, çok önceden planladığım Peru seyahatime çıkabilecek kadar kendimi toparlamaktı. Bu nedenle Teos’a gittim, her gün ciğer yedim, sahilde yürüyüşler yaptım. Kan değerlerimi ve kaslarımı elimden geldiğince topladım. Hıdırellez dilekleri olarak tabii ki sağlık ve şifa diledim.

İstanbul’a döndüğümde iyi hissediyordum kendimi. Olağan çalışma tempoma döndüm, çok uzun geceler çıkartamasam ve ayakta çok uzun süre duramasam da minik minik sosyalleşmeye başladım.

Hem sokağa çıkmak, hem de çalışmak için henüz çok erken olduğunu iddia ediyordu herkes; fakat ben kendimi tanıyordum. Psikolojik olarak çöktüğümde vücudum da çöküyordu. Bu nedenle şuursuzlaşmadan, gerekenleri yapmayı ihmal etmeden, sosyal hayatıma geri dönmem gerekiyordu. Neredeyse herkes bu fikre karşı olsa da, sağlık raporumu uzatmadım ve işe geri döndüm.

Ardından gittiğim Peru’da da beklediğimden çok iyi performans gösterdim – yoruluyordum, çok uyuyordum, bünyem zayıftı ama yine de hayal ettiğim her şeyi yapıp geldim. Hatta yanımda acil durumlar için taşıdığım kortizonlu ilaçları ve oksijen tüplerini bile hiç kullanmadım.

Melisa Wasi’ye vardığım gün, ne kadar yürüyebilirim ve ne kadar hızlı yorulurum gibi sınırlarımı bilmemekten çok korkuyordum ve bunlar hakkında konuşurken bile ağlıyordum. Döndüğümde ise, 6.000 rakıma bile tırmanmıştım, kendime ve vücuduma güvenim geri gelmişti. Beni görenler inanamıyordu. “Ne yaptın orada?” diye sorup duruyorlardı.

Peru’ya asıl gidiş amaçlarımdan biri “Bu hastalığa neden yakalandığımın sebebini” bulmaktı. Ben fiziksel hastalıkların, duygusal bir boyutu olduğuna inananlardanım. Dolayısıyla bu kanser konusunu kapatabilmek için, bunun duygusal sebebini bulmaya takmıştım, onu bulduğumda iyileşeceğime inanıyordum. Bu nedenle de çoğu çalışmaya bu niyetle oturdum.

Peru’daki şifa çalışmalarının hayatımdaki etkisinden ayrıca uzun uzun bahsedeceğim, onlar upuzun ayrı yazılar olur. Şimdilik kısaca şunu söyleyebilirim ki; o çalışmalarda hep “Hastalığa ve sebebine değil, sağlığa, mutluluğa, nerede kalbinin daha mutlu olduğuna odaklan.” yönlendirmesini aldım.

Dürüst olayım, Peru’da bu kadar çok şifa çalışması yaptıktan sonra artık kanser konusunu kapatmayı bekliyordum. Kontrol MR’ımı çektirecektim ve sonra kutlamalara başlayacaktık. Öyle olmadı malesef. Doktorlara göre durum çok iyiydi, tedavi bitmiş olmasına rağmen küçülme devam ediyordu – ama benim beklentim bunun çok ötesinde olduğu için bu geldiğim nokta bana yetmiyordu. Hayal kırıklığı yaşıyordum. Bütün o tedavilerden, bütün o Peru yolculuklarından sonra sadece yarı yarıya küçültebilmiştik!

Bildiğim ve yapabileceğim her şeyi yapmıştım ve daha hala yarı yarıya bir küçülmeden bahsediyorduk. Gücüm kalmamıştı. Yorgundum. İsyan etmeye çok yakındım ki – o dönemde sizlerden her gün aldığım motivasyon mesajları – aşağıda birkaç tanesini paylaşıyorum- o günlerde yataktan kalkıp devam edebilmek için bana inanılmaz bir destekçi oldu.

Bu yetmiyormuş gibi bir de İstanbul’a geldiğim andan itibaren vücudum şişmeye başladı. “Uzun uçuştan şişti vücudum herhalde.”, “Yediğim leziz patatesler ve cipslerden de olabilir.” diyordum ilk günlerde, maydonoz saplı detoks suları filan hazırlayıp içiyordum. Fakat yapılan kontrollerde batın bölgemde olağan dışı bir su tutulumu saptanmasının yanı sıra, perikard (yani kalbi saran ince zar kısmında) da bir su tutulumu tespit edildiği için acil olarak kardiyoloji bölümüne yönlendirildim.

Kardiyolog, hastanedeki tedavi geçmişimi ve çekimlerimi inceleyip son zamanlarda olağan dışı bir şey yapıp yapmadığımı sorup durdukça, “Yüksek rakıma çıktım.” diyordum. Bunu çok ciddiye almayıp sorgulamaya devam ediyordu. En sonunda biraz kızarak “Hanımefendi ne kadar yüksek rakıma çıkmış olabilirsiniz ki?” diye sordu. “6.000 metre.” dediğimde güldü. “Bir yanlışınız var, Türkiye’nin en yüksek dağı Ağrı bile o kadar yüksek değil. Tedaviniz biter bitmez Ağrı’ya mı tırmandınız?” dedi. Bu sefer ben gülmeye başladım, “Peru dağları.” Bir süre birlikte güldük, “İnanın hiç böyle bir cevap beklemiyordum.”

Neyse ki ciddi bir şey çıkmadı; çeşitli çekimler, muayeneler ve kontroller sonrası kalbimde bir sorun olmadığına; vücudumdaki genel su tutmasının da gözlem altında tutulmasına karar verildi. Karın bölgemdeki su tutulması, o bölgenin bir iyileşme reaksiyonu da olabilirmiş.

Ben durumu romantik bir biçimde anlatmayı tercih ettim o günlerde: “Kalbim bu süreçte çok yorulmuş ve ağlamış, göz yaşlarım orada birikmiş. “

Hayatımda kilo aldığım dönemlerde ve kendimin en kilolu versiyonunda bile hep düz ve kaslı bir karnım olmuştu, kendimi bildim bileli… Bu sefer ise karın bölgem gerçekten genişlemişti. Hiç bir eteğime ve hiçbir şortuma sığmayacağım kadar.

Çok tuhaf ve rahatsız edici bir his olmasının yanı sıra, giyinmek açısından da zorlayıcıydı. Benim yazlık kıyafetlerim crop üstlerden ve bele oturan elbiselerden oluşuyordu. O yüzden ne giyeceğimi şaşırdığım bir çaresizlik dönemi yaşıyordum. Eteklerimin fermuarları kapanmıyor, elbiseler üzerime geçmiyordu.

Bir de bu sırada bir çok kişi Peru’ya giderek yanlış yaptığım gibi eleştirileri ardı ardına diziyordu. Yaptığım veya yapmadığım şeyler hakkında konuşup duruyordu. Elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışırken, bir de bu süreçte sağlık dışında, sürekli şişip duran bir karın ile aynadaki görüntümle savaşırken, bir de zaten Peru’da çıktığım içsel yolculuğun etkilerini yerli yerine oturtabilmek için biraz zamana ve yalnız kalmaya ihtiyacım varken, gerçekten zorlanıyordum.

Neyse ki Peru ışığı ışıltısı diye bir şey gerçekten var. Ben hep hoş, dikkat çekici bir kadın olmuşumdur, ama bir gün içinde sürekli olarak birilerinin suratıma bakakalıp da “Çok güzelsiniz.” dediği bir seviyeyi daha önce gerçekten hiç yaşamamıştım. Karın bölgem şişip dururken, hiç bir kıyafetime sığamazken, neyse ki o Peru ışıltısını taşıyordum.

Bugünlerde, tam trafik saatinde Karaköy’den Tershane’ye gitmek isterken ve Uber taksi bulmazken yoldan geçen bir taksiye yanaştım, trafik sebebiyle beni almayacağını düşünürken, taksici “Az önce telefonda arkadaşıma çok güzel bir kadın gördüm, umarım benim arabama biner demiştim, nereye isterseniz gideriz.” dedi ve benden para almadı örneğin. Metroya bindiğimde herkes ayağa kalkıp iltifat ederek yer veriyordu, aradığım mekanı bulamayıp başka bir mekana sorduğumda bütün çalışanlar çıkıp beni gideceğim yere kadar götürüyordu, asansör beklerken kadınlar iltifatlar ediyordu…

Tuhaf diyebileceğim bir şey vardı, bence göz parlaklığı gibi bir şey veya genel bir enerji, benim çok beğendiğim ve bugüne kadar bana bir ilgisi olmamış bazı adamlar da, o dönemde Romeolarıma dönüşmüşlerdi.

Olağanın dışında geniş karın bölgem beni çok rahatsız ediyordu etmesine; ama bir şekilde de en fit halimden çok bu halimde herkesin beni çok güzel bulduğu dönemi yaşıyordum. “Güzellik = zayıflık” şeklinde bir zihin kodlamam olduğunu da o günlerde net biçimde fark ettim.

Peru ışıltımın tadını çıkartıyor, güzellik kavramını zayıflıkla eşleştirmemin sebebini çözmeye çalışıyor – ki sonradan bunu çözdüm de; bir sevgilimden egomu sarsacak şekilde ayrılıp aşırı kilo verdiğim bir dönem geçirmiştim- o aşırı zayıf dönemimde aşk hayatım müthişti. Muhtemelen zayıf olduğum için olmamıştı bu ama zihnim bu ikisini çok özdeşleştirmişti ve o günden beri de hiç 47 kilo üzerine çıkmamıştım.– ve Peru sonrası olağan hayata adapte olmak için çabalıyordum.

Peru’dan döndüğümde uzun bir süre boyunca kalabalık yerlerdeki sese tahammül edemedim. İnsanların çoğu bana çok sahte, çok maskeli, çok yapmacık gelmeye başladı. Açık bir sevgi göstermek ve net iletişim kurmak yerine, mış gibi yapmalar, lafı kıvırmalar gözüme çok bariz görünüyor ve beni inanılmaz seviyede rahatsız ediyordu. Kelimelerle değil, sarılarak göz göze oturarak iletişim kurmak istiyordum.

Bunları yerli yerine oturtmaya çalıştığım o günlerde, kanserden tamamen kurtulmadığımı öğrenmek bir hayal kırıklığıydı, şişen karın bölgem de asabımı bozuyordu. Yine de bunlara ne zaman takılacak olsam, kendime hep nefesime dönmeyi hatırlatıyordum ve o günden itibaren hızla “normale ve kendimin önceki haline” döneceğimi sanıyordum.

Daha asıl sınanacağım kısmın henüz başlamadığını o sırada henüz bilmiyordum tabii ki.

Vücudunuzu dinleyerek kalın!

Radyoterapi ve Kemoterapiden Sonraki İki Aylık Dönem: Su toplayan kalbim” üzerine 5 yorum

  1. Özi dedi ki:
    Özi adlı kullanıcının avatarı

    Senelerdir sessizce takip ederim,bütün yazılarınızı okurum.Yaşam enerjiniz o kadar iyi geliyor ki bana.İyi dileklerimi gönderiyorum,iyi olun,mutlu olun,herşey yolunda gitsin inşallah 🙏

    Beğen

  2. Ufuk Kayrak dedi ki:
    Ufuk Kayrak adlı kullanıcının avatarı

    İlk darbeyi sert vurmuşsun. Gerisi zaten gelecektir. Sezen konseptinde zaten hastalık, yorgunluk, tembellik, şık görünmemek olmaz olamaz! İnşallah hemen geçsin,bitsin… AMİN!

    Beğen

Sezen için bir cevap yazın Cevabı iptal et