İstanbul’u her ne kadar çok severseniz sevin, bazen bir molaya ihtiyaç duyarsınız. Korna, araba sesi ve konuşma uğultusu olmayan sessiz bir yerde bulunmak istersiniz, zamanın daha yavaş akmasına ihtiyaç duyarsınız. Yeşili özlersiniz. Koşmadan yavaş bir gün geçirmek…
Diğer yandan bir seyahat planlamak da bir sürü iş demektir. Uçak bileti alternatiflerini karşılaştır, konaklama rezervasyonu yap, herkese uygun boş bir haftasonu belirle, gerekiyorsa cuma veya pazartesi için izin al, yanında götüreceğin kıyafetleri seç… Bazen insanın gözünde büyür bunlar. Kılını kıpırdatmadan şehirde bir haftasonu geçirmek daha kolayına gelir.
İşte Narköy böyle zamanlar için harika bir istikamet. Fiziksel olarak İstanbul’dan çok uzaklaşmadan, ruhsal ve zihinsel olarak çok uzaklara gitmek istediğiniz zamanlar için keyifli ve pratik bir kurtarıcı.
Bundan birkaç hafta önce, Ibiza’ya birlikte gittiğim sevgili Bahar, Instagram’dan inanılmaz güzel fotoğraflar ve videolar paylaşmaya başladı. Bir kaç tanesine baktıktan sonra, hemen mesaj attım: “Neredesin sen? Harika görünüyor!” diye.
İşte Narköy böylece yapılacaklar listeme girdi.
Kendilerini “sürdürebilir turizm merkezi ve organik tarım çiftliği” olarak tanımlıyorlardı. Ancak gittiğimizde tam olarak ne deneyimleyeceğimizi internet sitelerinden de, sosyal medya hesaplarından da tam olarak anlayamamıştım. “Rezervasyon yaptırmamız gerekir mi?”, “Ne için rezervasyon yaptıracağız ki? Konaklamayı düşünmüyoruz.”, “Ne bileyim, konaklamayan misafir kabul ediyorlar mı acaba?” gibi varsayımlar üzerine sonuçsuz ve kahkaha atarak sonuçlanan bir sürü diyalog döndükten sonra, pazar sabahı erkenden uyanıp Narköy’e doğru yola çıktık.
Sabah 7:30’da ellerimizde kahve termoslarımız, uykulu gözlerimiz, makyajsız suratlarımız ile Kocaeli’ne doğru yol alırken, “Umarım bu kadar yorucu bir haftanın üzerine, pazar sabahı da bu kadar erken kalktığımıza değer.” diye düşünüyordum.
Narköy’e ulaştığımızda karnımız o kadar açtı ki, etrafla hiç ilgilenmeden doğrudan kahvaltı sofrasına oturduk. Uzun zamandır yediğim en lezzetli ekmeklere, herkesin mutlaka sevdiğini bulabileceği kadar çok çeşit kahvaltılık eşlik etti. Peynirler, omletler, börekler, domatesler, yeşillikler, reçeller…
Kahvaltımız bittikten sonra, dışarıdaki masalara oturmuş filtre kahvelerimizi yudumlarken, “Şu taraftan çizme alabilirsiniz. Saat 10:00’da yürüyüş başlıyor.” dediler. Ben zaten çiftlik konseptine uygun olması için yağmur çizmesi ile gitmiştim; ama spor ayakkabı ile gelenler, “Hijyenik midir, yağmur çizmesi şart mı ki?” gibi çelişkiler yaşadılar.
(Sonradan anladık ki, kesinlikle şartmış. O yüzden hijyen tereddütleriniz varsa, yağmur çizmenizi veya yedek çoraplarınızı yanınızda götürün.)
Harika bir ormanın içinde, mantar toplayarak ve fotoğraflar çekerek, rehberimizden bir sürü bilgi öğrenerek saatlerce yürüdük. Yürüyüşe katılan diğer misafirler de o kadar keyifli ve hoşsohbet kişilerdi ki, yalnız bile gitmiş olsak, orada hiç sıkılmadan vakit geçirebilirmişiz.
Yürüyüş bittiğinde yine çok acıkmıştık. Kahvaltı ettiğimiz yerde bir masaya oturduk ve masamız zeytinyağlı, salata, et, çorba seçenekleri ile donanmaya başladı. Hepsi o kadar lezzetliydi ki! “Çorba enfes. Domates tadını bu kadar gerçekten ve güzel aldığım bir çorba içmemiştim.”, “Zeytinyağlı da çok lezzetli.”, “Pilav harika, diğerlerine yer kalmaz, yoksa bir tabak daha kesinlikle yerdim.” gibi cümleler havada uçuşurken, personel de sürekli olarak gelip, takviye isteyip istemediğimizi soruyordu.
Yemekten sonra, bahçede uğur böceği göçüne denk geldik. Hayatımda hiç böyle bir şey görmemiştim. Milyonlarca uğur böceği etrafta uçuşuyordu. Oturduğumuz anda, elimize onlarcası konuyordu. Masanın üzeri silme uğur böceği oluyordu.
Biraz fotoğraf çektikten sonra, ekim dikim atölyesine katıldık. Bir sonraki gelişimizde yemek üzere marullar ektik, bitkilerin hangi sıklıkla sulanması gerektiğini öğrendik, merak ettiğimiz soruların hepsinin cevaplarını bulduk ve tohum bankasını gezdik. 90 çeşit domates yetiştiriyor olmalarından, siyah nohut gibi nesli tükenmek üzere olan bitkileri çoğaltma çabalarından etkilendik.
Gönüllüler ağırladıklarını öğrendik. 2 hafta ile 2 ay arasında değişen sürelerle, burada gönüllü olarak çalışabiliyorsunuz. Hem organik tarım öğreniyorsunuz, hem de ücretsiz konaklıyorsunuz. Avrupa’nın değişik yerlerinden gelen gönüllü dört kişi vardı biz oradayken. Ayrıca, şirketlere kurumsal eğitimler düzenliyor ve 15 yaş için NLP kampları yapıyorlarmış.
Günün son etkinliği olarak inek sağdık. Hayatımda ilk defa yaptığım şeylerden biri oldu bu. Gerçekten enteresan bir deneyimdi.
Daha oradan ayrılmadan önce, bahar geldiğinde, bu sefer konaklamalı olarak yine bir Narköy ziyareti yapmayı listeme ekledim bile.
Dönüş yoluna geçtiğimizde hepimiz çamur içindeydik ve leş gibi kokuyorduk. Ama keyfimiz yerindeydi ve hepimiz aynı şeyi söyleyip duruyorduk: “Ne iyi yaptık da geldik.”
Merak edenler için, kahvaltı ve öğle yemeği de dahil bütün etkinliklerle bir günün ücreti kişi başı 140 TL. Değişik yürüyüş rotaları var ve her gün yürüyüş yapılıyormuş. Diğer seçenekler ve sorularınız için kendilerine 0 549 529 54 49 numarasından ulaşabilirsiniz.
Keyifle ve keşifle kalın!
Dip Not: Harika fotoğraflar için Orhan Doğan’a çok teşekkürler. 🙂 Yeni lensi de gelmişken, bir sonraki seyahatimiz için sabırsızlanıyorum!