Uçağın inişe geçmesiyle uyanıyorum, heyecanla camdan aşağı bakıyorum.
İnanılmaz güzel bir manzara. Uçsuz bucaksız bir mavilik. Etrafını çeviren kahverengi tepecikler, çöle benzeyen bozkırlar. Yere gittikçe yaklaşıyoruz, ama ortalıkta havalimanı da yok pist de yok.
Yogitam ile birbirimize bakıyoruz. “Uçak nereye yaklaştı bu kadar? Suya mı ineceğiz?” Kikirdeşiyoruz. Cumartesi sabahın köründe kalkıp kahvaltı etmek için Van’a gelmemizden daha absürd olmaz muhtemelen.
Yıllarca coğrafya dersinde işledik, ezbere biliyorum: “Van Gölü Türkiye’nin en büyük gölüdür. Yüzölçümü 3713 km karedir.”
Yine de görene kadar ne kadar büyük olduğunu anlayamıyor insan. “Keşke bize bunları ezberletmek yerine, gezdire gezdire bunları göstererek anlatsalarmış.” diye düşünüyorum. Bir kere daha.
Bir gün bir çocuğum olursa, karış karış Türkiye’yi gezdirip her şeyi göstermeye kendime söz veriyorum.
Yere gerçekten çok yaklaşmışken, pist görünüyor. Sonunda. İniyoruz.
Van gölünün gerçekten ne kadar büyük olduğundan sonraki ilk gözlemimiz, cumartesi sabahının çok erken saatleri olmasına rağmen, bütün erkeklerin yelek ve ceket giymesi oluyor. Herhalde adet böyle diye düşünüyoruz.
Bizden bir kaç saat önceki uçakla gelen sevgili şirket ve seyahat arkadaşımız Orhan bizi arabayla karşılıyor. Aylar önce, bir öğle yemeğinde gelecek seyahat planlarımızdan bahsederken, istikametleri arasında Van’ı saydığında, “Ben de gelebilir miyim?” diye sormuştum. “Evet tabii ki.” demişti; ama sanırım beni çok da ciddiye almamıştı. Henüz benim seyahat konusunda “her zaman her yere gitmeye hazır.” olduğumu bilmiyordu o zamanlar.
Ama işte hepbirlikte Van’dayız.
Yarım saat geçmeden bir yanımda şirketten arkadaşım, diğer yanımda yogitam Van’ın meşhur kahvaltıcılarından Sütçü Kenan‘da oturuyoruz. Önce birer bardak sıcak süt geliyor. Ardından masa donanmaya başlıyor. Kavrulmuş ve dövülmüş buğdaydan yapılan “kavut”u ilk defa tadıyorum. Onun dışındaki her şey de gerçekten inanılmaz lezzetli.
Üç kişi uzun zamandır yaptığımız en doyurucu ve lezzetli kahvaltıyı yaptıktan ve Türk kahvelerimizi yudumladıktan sonra, toplam 70 TL hesap ödüyoruz. Birbirimize “Hesap ne kadar iyi yalnız.” bakışı bakarken, garson yere düşürdüğüm için tuzla buz olmuş telefon camımı gösteriyor. “Yaptıralım mı hemen?” diye soruyor. Az sonra bir telefoncudayım, gerçekten çok iyi fiyata ekranım değişiyor. İstanbul’da hangi ara nasıl yaptıracağımı bilmediğim bir angarya iş de oracıkta tamamlanıyor. Çok mutluyum.
Kahvaltıdan sonra, eşyalarımızı bırakmak için otelimize gidiyoruz. Elite World Van‘ı tercih etme sebebimiz, şehir merkezine çok yakın bir konumda olmasıydı. “Nasıl olsa çok zaman geçirmeyeceğiz otelde, gerisi çok önemli değil.” demiştik. Ödediğimiz ücretin karşılığında beklediğimizden o kadar güzel çıkıyor ki her şey; Van’a yolunuz düşerse şiddetle tavsiye ederim bu oteli.
Otelde çok vakit kaybetmeden, yola çıkıyoruz. İstikametimiz, Van Gölü üzerindeki en büyük ada olan Akdamar Adası. Sahilde feribotların kalktığı yeri bulup, ilk feribota biniyoruz.
Masmavi bir su, etrafı kurak kahverengi bozkır toprak ve tepecikler ile çevrili. Etrafa bakmaya ve fotoğraf çekmeye doyamadığımız on beş yirmi dakikalık bir seyahat sonunda Akdamar Adası’na varıyoruz.
Adanın toprağı ile aynı renkte olan, Surp Harç Ermeni Kilisesi olarak da bilinen Akdamar Kilisesi‘nin olduğu ada burası… K
ilise çok büyük değil; ama dış cephesindeki her bir duvar onlarca tarihi anı anlatan oymalarla süslü.
Adanın etrafını çeviren göl, göl olduğunu unutturacak büyüklükte ve mavilikte. Adadaki yürüyüş parkurları ve surlar arasında gezinirken, bir tarafta kilise, diğer tarafta masmavi bir su, hepsinin arkasında silüet şeklinde tepecikler varken, planladığımızdan çok daha uzun zaman geçiriyoruz adada. Surların üzerinde oturmuş, manzaraya dalıp gitmişken, belki milyonuncu kere “Türkiye’nin her köşesini gezmeli.” diye düşünüyorum.
Akşamüstü dönüş yoluna geçiyoruz. Kurtlar gibi açız. O yüzden doğrudan listemizdeki Elegant‘a gidiyoruz. Hayalimizde çok daha havalı bir mekan canlandırdığımız için önüne geldiğimizde, sıradan ve oldukça zevksiz bir bina görünce, “Acaba?” diye duraksıyoruz.
Daha iyi bir mekan aramakla zaman kaybedemeyecek kadar çok acıktığımız için, “Hadi girelim, en azından biraz doyarız.” diyoruz. Ne de iyi yapıyoruz. Çünkü az sonra masamıza gelen kaburga, pirzola ve saç kavurma i-na-nıl-maz lezzetli!
“Alkol var mıdır acaba? Van ne kadar muhafazakar acaba?” tereddütüne de boşuna düşmüşüz, leziz etlerimizin eşlikçisi de rakı.
Laf lafı açıyor, çaylar geliyor, çaylar gidiyor, tatlı geliyor, üstüne Türk kahvesi.
Güneş batıyor, gökyüzünü çok güzel renklere boyararak, gözümüzü şenlendirerek…
Hesap geliyor. 3 kişi için bütün bunlar, 110 TL.
Van’a taşınsak mı acaba?
Vanımızı beğendiğiniz için teşekkür ederiz… !!! Herzaman bekleriz… !!! Sevgilerle!!!
BeğenBeğen
bizi unuttun 🙂
ama hayatın bizi unutabilecek kadar güzelse, unut lan hakkın ehehe.
sevgiler ^^
BeğenLiked by 1 kişi