Ben kendimi bildim bileli, havalar soğudukça yavaşlarım, tembelleşirim.
Koltukta uzanıp, battaniyelerin altına kıvrılıp, saatlerce müzik dinlemek, film izlemek, kitap okumak, kahve ve şarap içmek isterim. İçime dönerim, kendime kalırım. Kaloriferden çok uzağa gidemem. Paramın çoğunu mis kokulu kremlere, tütsülere, dergilere, kitaplara ve mumlara harcamaya başlarım. Sabahları çarşafa dönüşüp yataktan hiç çıkmamayı arzularım. Yazın üzerime bir elbise geçirip evden çıkabilmenin pratikliğini ve bronz bacaklarımı özlerim.
MBA yüksek lisansımın ilk döneminin final sınavlarını da atlattıktan sonra, sokakların kar altında olmasını fırsat bilip, bu haftasonunun konseptini tembellik olarak belirledim.
Bol bol uyudum, filmler izledim, yoga yaptım, annemin harika icatları olan sushi pirincinden zeytinyağlı sarmaları, kinoalı ıspanakları yuvarladım. İnanılmaz bir curcuna ve koşturma içinde geçen ayların inadına koltuk ile yatak arasında mekik dokudum, evden hiç çıkmadım. Defterlerime karaladığım notlarıma göz attım ve 2017 yılı için ilk kararımı belirledim: Olumlu olmak.

Beni tanıyanlar, “Sen zaten çok olumlu bir insansın.” diye karşı çıkabilirler. Genellikle insanlarda bıraktığım izlenim de gerçekten “pozitif”, “çok gülümseyen” olur.
Her ne kadar depresif bir insan olmasam da, genel olarak tatsız durumlarla bol bol dalga geçsem de, aslında tam olarak “olumlu” olmadığımı fark ettim. Konuşurken ve düşünürken, negatif çok fazla kelime kullanıyorum ve istediklerimden çok istemediklerimi dile getiriyorum. Fakat enerji öğretilerine göre, evrene yolladığımız mesajların her zaman olumlu kelimelerden oluşması ve net olması gerekiyor. Borçlarımı ödeyeceğim değil, “Bereket ve bolluk içindeyim.” demek gerekiyor örneğin, “Şeker yemeyeceğim.” değil, “Ben sağlıklı beslenen bir insanım.” gibi.
Kendinizi gözlemleyin, güzel şeyler söylemek isterken bile ne kadar çok olumsuz kelime ve cümle kullandığınıza inanamayacaksınız.
Ben bu kış mevsimini kendime adıyorum, bu konuda daha bir sürü yazı yazacağım. Ama şimdi çok miskinim. 🙂 Daha önce defterime karaladığım bir yazıyı bırakıyorum size. İnanıyorum ki, mutlu insanlar dünyayı değiştirecek.

Saat 6:30. Sabiha Gökçen Havalimanı
Uykusuzum. Yorgunum. Yazın bitmesine henüz hazır değilim.
Havalimanına giriyorum. Son bir kaç senede, özellikle de iş için çok seyahat ettiğim dönemi de düşünürsek, kim bilir kaç yüz saatimi havalimanlarında geçirdim? Belki evde geçirdiğimden daha çok saat! Dünyanın neresindeki havalimanında olursam olayım, hüzün, heyecan, güven ve mutluluk karışık hisler yumağı bütün vücudumu sarıyor. Aşk gibi bir şey! Sadece bana bu kadar karmaşık hisler hissettirdiği için bile seviyorum havalimanlarını.
Pasaport kontrol sırasına giriyorum. En son Samos’a giderken, sınırda güncel SGK dökümümü talep ettikleri için biraz gerginim. Sıra bana gelince memur biletime bakıp “Oslo demek?” diyor. “Gezmeye mi gidiyorsunuz?” İçimden “Hadi bakalım. Başlıyoruz.” diyorum. Dışımdan kuru ve gergin bir “Evet.”
Memur pasaportuma kaşeyi basarken, “Fjords turu yapmadan dönmeyin. Bol bol somon yemeyi de unutmayın. Harika vakit geçireceksiniz.” diyor. Yüzünde kocaman bir gülümse.
Gülümsemesi bana bulaşıyor. Oysa ki kendimi bir sorun çıkmasına ne kadar hazırlamıştım. Bir kere daha emin oluyorum: Mutlu insanlar, gerçekten dünyayı değiştirebilir!
Duty Free’ye giriyorum. Seyahat parfümüm olarak ilan ettiğim, Jean Paul Gaultier’in Intense’ine bulanıyorum. Sonra kendime bir kahve alıyorum. Starbucks’ın uzun masalarından birine oturuyorum.
Yanımdaki boş sandalyelere bir çift geliyor. Adam tereddüt etmeden yayılıyor sandalyelerden birine. Kadın kalkıp sıraya giriyor.
“Ayakları üzerinde duran modern zaman kadını” olsam da, hala ben minik incelikleri çok önemsiyorum. Adama dönüp, “Centilmenlik öldü mü?” diye laf sokmak istiyorum. Kendimi tutuyorum.
Kadın elinde iki tepsiyi zar zor taşıyarak, ikisine kahvaltılık bir şeyler ve kahve almış olarak geliyor birkaç dakika sonra. Adam poğaçayı evirip çevirip “Peynirli mi? Keşke sade olsaydı!” diyor.
İçimden “Yok artık! Sen hem otur, hem ne istediğini söyleme, hem de geleni beğenme.” diye isyan ediyorum.
Bu sırada kadın “Kendine alçak bana yüksek sandalye almışsın.” diye homurdanıyor. Bu sefer adam kalkıp sandalyeleri değiştirmeyi teklif ediyor. Kadın “Aman yok yok önemli değil.” diyor.
Kadın yüksek sandalyede oturuyor, adam peynirli poğaçayı afiyetle yiyor. Sonucu etkilemeyen, boşverilebilen şeyler için benim kahvem bitene kadar yakınmaya devam ediyorlar.
Onları duymamak için kulaklıklarımı takıyorum, çantamdan Jack Kerouac ile Allen Ginsberg’in mektuplarından oluşan kitabımı çıkarıyorum.
“Soğuktan korunmaya ve iyi bir yemeğe ve içkiye ve cinsel etkileşime, mutlu anlamsız konuşmalara ve hikayelere ve kitaplara ve Dickensvari neşeye inanıyorum.”
Miskin, keyifli ve olumlu kalın!