Avrupa’da ne zaman yüzyıllardır faaliyet gösteren bir pastaneye, alışveriş merkezine veya sinemaya gitsem, içim sızlar. İstanbul’da tarihi olan her şeye eski muamelesi yapılmasına, restore edilmek yerine, yıkılarak daha büyük, daha beton ve daha zevksizinin kondurulmasına küfrederim.
Üniversiteye yıllarımda, evden çıkıp İstiklal’de kitapçıları gezip, İnci Pastanesi’nde profiterol yediğim, sağlı sollu dizilmiş tarihi binalara hayranlıkla bakmaktan önüme bakmayı unuttuğum, Alkazar Sineması’na girip rastgele birkaç Avrupa filmi izlediğim günleri özlerim.
Anneannemin İstiklal Caddesi’ne çıkmak için nasıl süslendiklerini anlatışı gelir kulağıma…
Pera Palas, hala geçmişe bir saygı duruşu olarak ayakta duran az sayıda yapıdan biri olduğu için benim açımdan ayrı bir anlam taşır.
Yıl 1888. Adını mutlaka duymuş olduğunuz meşhur tren Orient Express, Paris – İstanbul seferlerine başlar. Ancak o yıllarda İstanbul’da, bu lüks trenin yolcularına uygun standartlara sahip bir otel yoktur. Yoğun gayrimüslim nüfusuyla şehrin her yerinden daha Avrupalı olan Pera bölgesinde, Levanten mimar Alexander Vaullary tarafından tasarlanan otel inşaa edilir. Evet, Pera Palas. Osmanlı sarayı dışında ilk defa bir yere sıcak su ve elektrik verilir. Şehrin ilk elektrikli asansörü de yine buradadır.
Baloları ve Atatürk, Tito, Greta Garbo, Agatha Christie, Ernest Hemingway gibi misafirleriyle oldukça şaşaalı dönemler geçirir.
2016 yılının son günlerini yaşarken, her yılbaşında olduğu gibi, “Ne yapacağız?” paniklerine kapılmaya başlamıştım. 2016 yılı boyunca, Çeşme’den İbiza’ya, Kapadokya’dan Hamburg’a o kadar farklı atmosferde o kadar çok partilemiştim ki, göğsümü kabartarak “I chill harder than you party” diyebiliyordum. Bir yılbaşı gecesine o yıl katıldıklarımdan daha iyi bir parti sığdırmam mümkün değildi. Özel günlerde dışarı çıkmak da zaten hiç benlik bir şey değildi.
Bir anda cevabı karşımda buldum: Pera Palas’ta bir haftasonu. Nasıl başlarsa öyle giderse, başlamak için daha iyi bir yer olamazdı. Ayrıca bu, uzun zamandır yapılacaklar listemde bekleyen bir şeydi.
Böylece çantamı hazırlayıp, evden çıktım. Olağanüstü keyifli ve kahkahalı anlarla dolu bir haftasonu geçirdik; ama bizim ne yaptığımızı değil, otel izlenimlerini paylaşmak istiyorum. (Düşük fotoğraf kalitesini de affedin, kameramı taşımamıştım.)
Öncelikle şunu söyleyebilirim ki, Pera Palace’ta konaklamak, öyle bir kaç saatliğine yemeğe veya pastanesine gitmek değil -ki zaten bence yemek için çok daha iyi alternatifler var şehirde – mutlaka yapılması gerekenler listenizde yerini almalı. Daha dış kapısından girdiğiniz anda tarihte ışınlanıyorsunuz. Bütün curcunayı ve şimdiki zamanı arkanızda bırakıyorsunuz.
Odalarda, gerçekten tarihi olan mobilyalar ile onları tamamlayan yeni mobilyalar oldukça uyum içinde. Hiç bir şey gereğinden fazla şaşaalı değil, zevksiz de değil. Tarihi dokunuşlu bir minimallik hakim.
Köşe odalarının dışında, bütün odaların minik balkonları var. Odadaki keyifli zamanlarınızı balkonda mı, yoksa eski tip ayaklı küvetin içinde mi geçireceğinize karar vermekte zorlanacaksınız.
Otelin koridorları, odalardan bile daha cazip. Her katta Orient Express’in eşyaları sergileniyor. Kütüphaneler ve ceviz mobilyalar var. Daha fazla oda çıkarmak için alıştığımız sıkışık koridorların aksine, Pera Palas’ın katları çok ferah ve çok çekici.
Otelin en keyifli yanı ise, şehrin göbeğinde olmasına rağmen, otelden hiç çıkma ihtiyacı duymayacağınız kadar çok sosyal ortam sunması. Spa ile aynı katta bulunan ve yalnızca kahvaltı servis edilen Agatha Restoran, tarihi atmosferi hiç yansıtmadığı için içlerinde en az ilgimi çeken oldu. Yaklaşık aynı fiyat skalasında olan, şampanyadan sushi’ye, hazdan öldüren kahvaltı sunan Çırağan ile kıyaslarsak, açık büfe kahvaltısı da oldukça vasattı.
Şekerden uzak durmaya çalıştığım için, Pattiserie de Pera’ya da yalnızca uzaktan bakmakla yetindim.
Gelelim harika olanlara: Lobi katında bulunan, zamanında şehrin aydınlarının buluşma noktası olan Orient Bar, kırmızı avizeleri, kadife koltukları ve yapıldığı zamandan kalma vitraylı camları ile çok keyifli ve huzurlu bir ortam vaad ediyor. Arka fonda çalan yumuşak müzikler, sohbet etmeyi daha keyifli hale getiriyor. Otelde kalmasanız bile, Orient Bar’ın yolunu tutup, iki kişilik kadife koltukların konforunda, kendinizi bambaşka bir çağda gibi hissederek, loş ortamın içinizdeki romantizmi büyütmesine izin vererek bir akşam geçirmenizi şiddetle tavsiye ederim.
Romantik anların ve kış akşamlarının en iyi eşlikçisi kırmızı şaraptır, bu ortama en çok viski yakışır kabul ediyorum; ama hayatımda içtiğim en iyi Espresso Martini’yi yaptıklarını, “Daha burada mıyız, bir tane daha içebilir miyim, nolur?”larımın ardından, kalkıp barmeni tebrik ettiğimi belirtmeden geçemeyeceğim. Şiddetle tavsiye ederim.
Hemen bitişiğindeki Kubbeli Salon ise kütüphanelerin önüne konulmuş konforlu kanepeleri, dünya haritalı sanat kitaplarının bulunduğu devasa masası, antika tekli koltukları ve devasa tablolarıyla modern ile tarihinin harika ve zevkli bir karması. Açık ara benim otelde en sevdiğim yer burası oldu.
Ayrıca otelde Atatürk’ün bir zamanlar evi gibi kullandığı 101 numaralı oda, Atatürk Müzesi’ne dönüştürülmüş durumda. Şahsi eşyalarının arasında dikkat çeken ve tüyler ürperten bir parça var ki, Atatürk’ün daha sağlıklı olduğu günlerinde, bir Hintli iş adamı tarafından kendisine yollanan bir ipek halı. Üzerindeki saat 9:06’yı gösteriyor, altında da on tane kasımpatı çiçeği var. Çok mistik, çok gizemli.
Beklentimizin altında çıkanlardan biri spa oldu. Gayet temizdi, şık ve ferah dekore edilmişti. Tepeden değil, iki duvardan altı başlıkla su akıtarak masaj yapan duşları şahaneydi; ama spa ortamı verecek hiç bir aromatik koku ve keyifli müzik yoktu. Tavanla havuzu birleştiren, harika dekore edilmiş kapalı havuzunda, içecek servisi olmaması da benim açımdan hayal kırıklığıydı.
Oda servis konusunda ise, fiyatlar şaşırtıcı olabilecek kadar makul olmakla birlikte, pizza ve carpaccio oldukça lezzetsiz ve sunum olarak da iştah açıcı olmaktan uzaktı. Sipariş verdiklerimizden yalnızca deniz ürünlü linguini ile karnımızı doyurduk. Diğer yandan oda servis menüsünde, sizinle birlikte seyahat eden evcil hayvanlarınızın da düşünülmüş olması ve onlara özel bir Pet Menü oluşturulmasına bayıldık.
Özetle, Pera Palace, mükemmel değil; ama sıradışı bir deneyim sunuyor.
Euro sınırları zorlarken, kendi şehrinizde turist ve keşifle kalın!