Ne zaman yurtdışından bir misafirim gelse, birkaç güne mümkün olduğunca çok şey sığdırılmış programlar hazırlarım. Onlara İstanbul’a neden aşık olduğumu deneyimletmeye çalışırım. Her şeyin bir arada olmasının büyüsünü anlamalarını isterim.
Yıllar yıllar önce üniversite sınavı için çalışırken, en büyük motivasyonumun İstanbul’a taşınmak olduğunu anlatırım. 2004 yılında pılımı pırtımı toplayıp geldiğim bu şehrin, benim için özgürlüğün ve kendimi keşfetmemin başlangıcı olduğunu… Defalarca kurup bozduğum hayat düzenimin, yaşadığım nice aşkın arka fonu olduğunu… En büyük kahkahalarıma da, göz yaşlarım yanaklarımdan dökülerek şuursuzca yürümelerime de, kalbimin atışının dışarıdan duyulacak kadar yükseldiği anlara da hep bu şehrin sokaklarının tanıklık ettiğini… Cihangir’in, Karaköy’ün, Beyazıt’ın, Kadıköy’ün, Moda’nın, Caddebostan sahilin, Beşiktaş’ın, Nişantaşı’nın, Levent’in, Taksim’in, Arnavutköy’ün, Bebek’in her köşesinin bana hatırlattığı anlar olduğunu…
Sonra onları kendi şehirlerine uğurladıktan sonra, şunu fark ederim: Onları gezdirdiğim hafta sonu benim için de sıra dışı olmuştur. Neden misafirim olmasa da, İstanbul’un böyle tadını çıkarmıyorum? Neden hep aynı semtlerde, aynı mekanlara gidip duruyorum? diye sorarım kendime.
İşte, İstanbul’da turist olma fikrim böyle doğdu. Aslında evde geçirdiğim zaman çok sınırlıydı; yemeklerimi dışarıda yiyor, arkadaşlarımla dışarıda buluşuyor, haftasonu seyahatte değilsem, İstanbul sokaklarında oluyordum. Fakat genellikle hep aynı semtlerde, birbirine benzer mekanlarda zaman geçiriyorduk. Oysa ki, yıllardır İstanbul’da yaşamamıza rağmen, kapısından içeri girmediğimiz yüzlerce müze ve sadece işimiz düştüğünde gittiğimiz onlarca semt vardı. İstanbul’da olduğum her haftasonu bir turist gün yapmaya karar verdim.
Geçtiğimiz hafta cuma gecesi, cin toniklerin arasında jager shot’ları yuvarlarken ve delicesine dans ederken, “Benim gitmem lazım, yarın hamama gideceğim.” cümlem, keseleniyormuş gibi dans figürlerine ve DJ’in tanıdık olmasına göndermeli “Saçmalıyorsun. İlla ki hamama gidilecekse, sabah hep birlikte burdan gideriz. DJ ile setini de götürür, orada devam ederiz.” esprilerine sebep olduysa ve sonuçta ben bu cümleyi ilk kurmamdan yaklaşık 3 saat sonra oradan çıkabildiysem de, ertesi sabah sürünerek de olsa yataktan kalktım ve Eminönü’ne gittim.
İlk durağımız, Mim Kahve oldu. Bir binanın üç katını kaplayan bir kahve burası. Duvarlarındaki resimler, rengarenk tabaklar, her köşesindeki antika kameralar, daktilolar ile adeta bir masal alemi. Şehirde en çok Instagramlık malzeme sunabilecek mekanlardan biri olabilir. Gözlemlediğimiz kadarıyla, muhafazakar gençler arasında da oldukça trend. Cumartesi erken saatlerde gitmemize ve oldukça büyük bir mekan olmasına rağmen, masaların hepsi doluydu.
Merdivenlerden çıkarken, açık mutfaktan gelen kokular ile sergilenen tazecik tatlılar oldukça kışkırtıcı. Alkol servisi yok tabii ki, alternatif olarak hayatımda hiç bir yerde görmediğim kadar çok çeşit gazoz var. Sütlü Türk kahvesine benzeyen spesiyal Mim Kahve de oldukça lezzetli. Eminönü’ne bir şekilde yolunuz düşerse, burada bir mola vermeyi unutmayın, derim.
Mim Kahve’de sabah kahvemizi içtikten sonra, kendimizi Mısır Çarşısı’nın arka sokaklarına bıraktık. Hala bilmeyenler varsa, Mısır Çarşısı’nın arka kapısından çıkıp, sağa döndüğünüzde, çeşit çeşit parti malzemesi bulabilirsiniz. Üstelik gerçekten çok uygun fiyatlara. Benim artık çok sık yapmadığım, ancak bir zamanlar efsaneleşen ev partilerimdeki kağıt tabakları, plastik şarap kadehlerini, maskeleri, hediyeleri ve dekoratif aksesuarları buradan alıyordum. Aynı şekilde Pinterest’te sonsuz bir diy board‘unuz varsa, ancak malzemeleri nereden alacağınızı kestiremiyorsanız da burası cennetiniz olacaktır. Ben çuval kumaşı, renkli keçeler ve ponponlar aldım.
Ardından, Lezzet-i Şark Antep Sofrası‘nda bir mola verdik. Közde künefe yemek için. Şerbeti çok fazla olmayan, daha az yağlı ve çok lezzetli bir versiyon. O kadar lezzetliydi ki, bir tane bölüşmeyi kabul edemeyip, ikimiz de birer künefeyi indirdik mideye.
Gelmişken adetten olduğu üzere, Kurukahveci Mehmet Efendi‘nin sırasına girdik; ancak eskilerin ve yerlilerin verdiği tavsiyeyi dinledik. “Güzel kahve İhsan Kurukahveci’den alınır. Mehmet Efendi’den sahlep alın asıl.”
Marketten aldığımız sahleplerin aslında sahlep olmadığını, bolca şekerle karıştırıldığını biliyordum; ama gerçek sahlebin bu kadar pahalı olduğunu bilmiyordum. Avuç içi kadar bir paket 20 TL. İhsan Kurukahveci de, hemen Mehmet Efendi’nin bitişiğinde…
Ancak buralara gidecekseniz, sabah erkenden kalkıp gitmenizi şiddetle tavsiye ederim. Öğle saatlerinde akıl almaz bir kalabalık oluyor. Bir ara yolda sıkıştık, ezilme tehlikesiyle bir polisin arkasına sığındık. Bir olay çıktı sanıp, kafamızı uzatıp ne olduğunu anlamaya çalıştık; bir olay yokmuş, çok fazla insan varmış. Tam o karmaşamızda, sevgili Sino kurtarıcımız oldu, hoooop kendimizi Özkan Köftecisi‘nde bulduk.
Leziz köfte ve piyazla karnımızı doyurduktan sonra, hemen çaprazındaki sokakta bulunan çaycıya oturduk. Ara sokakta, bir telefon kulübesinin altına atılmış masada, sürekli tazelenen çaylarımızla, kahkahalarla sohbet ettik.
Hamama gitme saatimiz gelinceye kadar… Gezine gezine fotoğraf çeke çeke yürüdük. Bütün laf atanlara, Türkçe cevap verip, turist olmadığımızı ispatlamayı görev edinerek…
Cağaloğlu Hamamı için şunu söyleyebilirim ki; biz bundan sonra ayda bir kere kesinlikle oradayız. Böyle bir keyif, böyle bir tazelenme, böyle bir hizmet yok. Bayıldık.
Cağaloğlu Hamamı 1741’de Sultan 1. Mahmut tarafından yaptırılmış. Osmanlı döneminde bu hamamın geliri, Ayasofya’daki kütüphanenin işletilmesi için kullanılıyormuş.
Benim bu hamama gitmek için tutturma nedenim, İstanbul’daki turist günlerime rehberlik yapacak ilk kitabımın ilk bölümünde bu hamamın da yer almasıydı. Yogitam bana eşlik edip etmemek konusunda biraz tereddütlüydü. “Hijyenik midir?” diye sorup duruyordu.
Kapısından içeri girdik, hamam paketlerini incelemeye başladık. Kese her türlü yaptıracaktık tabii ki de, masajlı paketlerin fiyatları 100 euro’dan başlıyordu. Değer mi, değmez mi diye düşünürken, hemen girişte duran kişi müdahale etti, onlar turist tarifesiymiş. Oh la la! En kapsamlı paketi 100TL’ye alıp, hamamın kadınlar kısmına geçtik.
İlk kısım, ortasında bir havuz bulunan, etrafı kapılı giyinme odalarıyla çevrili bir avlu biçiminde. Odanıza giriyorsunuz, içeride paketlenmiş peştemal, tek kullanımlık iç çamaşırı gibi ihtiyaç duyabileceğiniz her şey var. Üzerinizdekileri çıkarıp, peştemale dolandıktan sonra, odanızın kapısını kilitleyip, anahtarınızı alıp çıkıyorsunuz.
İkinci kısım, “soğukluk” olarak adlandırılan kısım. Geçiş olarak kullanılıyor, tuvaletler ve havlular burada duruyor. Son kısım ise, en görkemlisi. Geleneksel adıyla hararet. Bizimse “hamam” dediğimiz sıcak alan.
Peştamellerimizi serip, göbek taşının üzerine yattık. 18:00 gibi geldiğimiz için, içeride bizden başka kimse yoktu, hamamı kapatmış gibiydik. Yanyana uzanmış, tepemizdeki kubbeden süzülen ışığı izlerken, içimiz ısınmaya, yüzümüze bir gülümseme yerleşmeye başladı.
Sonrası ise, tek kelimeyle mucizeviydi. Bizimle ilgilenen ablalar, bizi yatırdı, önce güzelce keselediler, yıkadılar, duruladılar. Sonra kuru masaj, ardından da köpük masajı. Saç diplerimden, ayak parmaklarımıza kadar döndüre döndüre, köpüklere bulaya bulaya ovaladılar bizi. Hayatımdaki daha iyi bir masaj yaptırmadım bugüne kadar. En sonunda da oturtup saçımızı yıkayıp, havlulara doladılar.
Mermer sütunların arasındaki, göbek taşının üzerinde yatmış, kubbedeki minik pencerelerden içeri giren ışıkların buharın arasında süzülmesini izlerken ve bütün vücuduma masaj yapılırken, kendimi kesinlikle bir sultan gibi hissediyordum.
Bütün bu seramoni bittiğinde, sadece dışımız değil, içimiz de temizlenmiş gibiydi.
Saçlarımızı kuruttuktan sonra, üzerimizi giyinip, bahçeye çıktık. Bugüne kadar Kılıç Ali Paşa Hamamı’nda ve otel spa’larında yediğimiz kazıkların üzerine birer Türk Kahvesi içtik.
Akşam planlarımızı, çok sevdiğimiz insanları çok kızdırarak iptal ettik. O yüzden aklınızda olsun, bu hamam sefasının üzerine sakın bir plan yapmayın. O kadar mayışıp, hafifliyorsunuz ki, yapabileceğiniz tek şey sere serpe yatıp, kendi teninizin yumuşaklığına inanamamak oluyor.
Bu yazıdaki adresleri bir kenara not edin, bir cumartesi günü kendinizi yollara vurun. İstanbul’un bambaşka keyiflerinin tadına varın.
Kendi şehrinizde turist kalın!
Çok güzel bir yazı keyifle okudum haklısınız ben de yıllardır Cağaloğlu Hamamını duyar ama gitmeyi düşünmezdim ilk fırsatta yerli turist statüsünde hamam taşına ışınlanıcam
BeğenBeğen
Mim cafe’yi not aldım bile. Bu arada ben de ısrarla Şahin Büfe’yi öneririm Sezen. Kapalıçarşı’nın Nuriosmaniye kapısı tarafında döner yapan bir yer. Oturma yeri yok, alıyosun ve ayakta yiyosun.Muhteşem bir lezzet, kesinlikle denemelisin.
BeğenBeğen
Sizi yeni keşfettim, harika bir anlatımınız var, bis İstanbul aşığı olarak yazılarınızda çok ilginç gezecek farklı yerler buldum. Takipteyim.
BeğenBeğen
Merhabalar 🙂 Ne mutlu bana, çok sevindim hoşgeldiniz ❤ Bu yazı epeyce eski, umarım hepsi hala yerli yerinde duruyordur. Sevgiler.
BeğenBeğen