Evde kal günlerinde, “boş zamanlarımız” ve “yalnız başına kaldığımız anlar” artınca, herkesin otomatikman biraz daha kendi içine dalacağı, daha çok okuyacağı, daha çok üreteceği varsayılmıştı.
Hatta bu döneme “devrim” diyen spiritüeller çoğunluktaydı. Bu vesileyle hepimiz aydınlanacak, çok daha bilinçli ve paylaşımcı kişilere dönüşecektik.
Aydınlandığımız konular tabii ki oldu. Mesela su şişeleri hep pisti muhtemelen, marketten alıp doğrudan buzdolabına koyduğumuz her şeyi de yüzlerce kişi ellemiş oluyordu, ama biz bunların pis olma ihtimalini ilk defa fark etmiş gibi davranıyoruz.
Türkiye’de her kriz döneminde olduğu gibi, mizah ilk günlerde şaha kalktı. Müthiş içerikler üretildi; elimizden telefonu düşüremedik, karnımız ağrıyana kadar kahkahalar attık.
Sonra herkes ekmek yapmaya, aynı Netflix dizilerini izlemeye, eski deniz tatili fotoğraflarını paylaşmaya başlayınca, Instagram, tarihte hiç olmadığı kadar sıkıcı bir mecra oluverdi.
Bu dönemde bence en büyüleyici şey: Ücretsiz kaynak erişimi. Spor ve yoga dersleri, kitaplar, filmler, dergiler, tiyatro oyunları, müze koleksiyonları, eğitimler…
Diğer yandan Instagram’da bir anda herkes canlı yayın yapmaya başlayınca, gerçekten iyi ve izlemeye değer olanları bu yığının arasından seçebilmek bile ayrı bir zaman gerektirir oldu.
Özensiz, kalitesiz, sırf yapmış olmak için yapılan ve hiç bir orijinal yanı olmayan içerikler her yerden üzerimize yağıyor. Canlı yayın da o kadar kötü bir format ki aslında, ileri saramıyorsun, geri saramıyorsun, izlemeye değer mi değmez mi anlamak için izlemek gerekiyor.
Bu yığının arasında gerçekten samimi ve orijinal içerik üreten Bartu ve Melikşah bir anda patladı. Bütün Türkiye her gece oturup onları izlemeye başladı. Magazinle ilgisi olmayan iki kişinin magazin programı yapması, alışılmışın dışında bir içerik sunuyor. Seversiniz sevmezsiniz, ama orijinal olduğu konusunda haklarını teslim etmek lazım.
Herkesin oradan oraya savrulduğu ilk birkaç haftadan sonra yepyeni bir moda çıktı: “Hiç bir şey yapmak zorunda değilsin.” modası.
Üç gün önce verimli ajanda tutmanın yollarını paylaşanlar, her gün yoga videoları yükleyenler bir anda “Kitap okumadın, yoga yapmadın, çok yemek yiyorsun diye kendine kızma. Canın ne istiyorsa onu yap. Zaten stresli günler geçiriyoruz, kendini hırpalama.” demeye başladı.
Ben bütün bu uçlarda savrulmaları, -bazen savrulanların arasına bizzat kendim de bulunarak –hayretle izliyorum.
Hayatımın değişik dönemlerinde beni kurtaran bir “serbest format defter” alışkanlığım var. Düzenimde herhangi bir şey değiştiğinde, verdiğim tepkileri, alışkanlıklarımı, düştüğüm döngüleri, içimi sıkanları gözlemlemek için kullandığım bir yöntem bu. Bomboş bir defter alıyorum ve her şeyi bu defterin içine yazıyorum. Günlük, ajanda, yapılacaklar listesi karşılık bir kayıt oluyor bu.
O hafta şirket için yapmam gereken işleri de bu deftere yazıyorum, gün içinde aklımdan geçenleri de, yediklerimi de, beni keyiflendiren veya canımı sıkanları da, okuduklarımdan ve izlediklerimden hoşuma giden cümleleri de…
Böylelikle günlerimi çok net takip edebiliyorum. Ne yediğim, ne hissettiğim, ne yapmayı planladığım, ne kadarını yaptığım, o gün zihnimi hangi konularda yorduğum, hangi şirket işlerini yaptığım… Neler bana iyi geliyor, hangi konuları dönüp dolaşıp zihnimi yoruyor böylelikle çok net biçimde görebiliyorum. Böylelikle kendimi daha sağlıklı bir şekilde gözlemleme fırsatı buluyorum.
Arada sırada hala şirkete, toplantılara, markete gidiyorsam da, ben bugün itibarıyla evde birinci ayımı doldurdum.
Şimdi dönüp kayıtlarıma baktığımda şunu çok net görüyorum: İlk günlerde her gün 7:00’de kalkıp yogamı yapıp, 8:00’de işlerimin başına oturuyor, her gün 100 sayfa kitap okuyor ve Skillshare’den eğitimler alıyordum. Bir süre sonra canımın hiç bir şey yapmak istemediği günler de geçirmeye başladım. Bocaladım.
Levent Erden geçen gün dinlediğim bir konuşmasında şöyle bir tespit yaptı: “İnsanlara hiç düşünmedikleri bir hediye verildi. Hepimiz bu güne kadar daha çok paranın hayalini kurmuşuz. Param olduğunda şunu yapacağım, bunu yapacağım… Hiç birimiz “Şöyle boş bir zamanım olsa…” hayali kurmamışız. Dolayısıyla insanlar ve kurumlar bu piyangodan çıkan ek zamanla ne yapacağını bilemez hale geldi. Açken açık büfeye saldırmak gibi. Köftenin yanına baklava koyuluyor.”
O kadar güzel bir benzetme ki!
Ben de her şey yaptığım aşırı verimli günler ile miskinlikten kolumu kımıldatmadığım günler arasında savrulduktan sonra, nispeten bir denge kurabildiğimi düşünüyorum.
Sabah erken kalkmaya devam ediyorum. Öğlene kadar yoga yapmış ve işlerimi büyük ölçüde toparlamış oluyorum. Diğer yandan kendimi çok da sıkıştırıp bütün günümü planlamaktan vazgeçtim.
Bazen ajandamda kesişen webinarları görüp paniğe kapılıyorum. Bunu hissettiğim an, “Siktir et!” diyorum. Müzik açıp dans ediyorum. Fayda sağlamak amaç, gerilmek değil.
“Başkaları ne yapıyor?” takibinden çıkıp, telefonu bir kenara bırakıp, “Ben ne yapmak istiyorum?” diye sorabilmek kilit noktalardan biri.
“Canım bugün ne giymek istiyor?” diye sorup, normalde giymediğiniz tarzda kıyafetler giymenin, kombinasyonlar yapmanın bile özgürleştirici bir yanı var.
Hiç bir şey yapmak zorunda değilim diyip pes etmeyin. Kendinizden kaçmayın. Evet yoga yapmak zorunda değilsiniz, belki boks yapmak istiyorsunuz siz! Ekmek yapmak zorunda değilsiniz. Kore kahvesi de… Aşırı havalı yoga pozları da vermek zorunda değilsiniz.
Yine de bu zamanların bir piyango olduğunu unutmayın. İstediğiniz bir şeyler bulun.
“Aynaya başka türlü bakabilme zamanı. Aslında oyun kendinle kendin arasında geçiyor. Dışarıdakiler tarafından onaylanmanın hiç bir anlamı kalmadı.”
Tadını size özgü biçimde çıkartın!