Aşk Peşinde Masallar – Mine ve Volkan romanını okumayanlar şuradan ulaşabilirler. Bu kış ikincisini yazmayalım mı? ❤ Aşk Peşinde Masallar – Mine ve Volkan romanındaki yan karakter Alara bu sefer baş karakterimiz. 🙂
Bölüm 1
Bir kaç parça kıyafetini bir çantaya doldurup, instagram hesabından duygusal ve cüretkar bir veda mesajı paylaşarak, dünyanın diğer ucuna gitmek istiyordu. Taze umutlarla yepyeni bir hayat kurmak… Her şeye yeniden, sil baştan başlamak…
Yıllardır dinlemediği eski bir şarkıya dadanmış, bu şarkıyı dinleyerek güne başlamayı alışkanlık haline getirmişti: “Bir şehri tam kalbinden beyninden vurup gitmek var aklımda.”
Kendisini, yüzünde hüzünlü bir gülümsemeyle, ne zaman geri döneceğini bilmediği bir yolculuğa çıkarken hayal etme fikrine bayılıyordu. Uçakta cam kenarında oturuyordu. İstanbul’a tepeden bakarak sevdiği insanlardan ve alışkanlıklarından ayrıldığı için ağlıyordu. Bir yandan da tamamen bilinmeze gitmenin verdiği heyecandan kalbi hızla atıyordu. Bu sahneyi fotoğraf karesi netliğinde gözünde canlandırabiliyordu. Son günlerde o kadar çok ağlamıştı ki… Yüzünün ağlarken bile nasıl göründüğünü ezbere biliyordu artık.

Böyle bir “her şeyi terk edip gitme” dürtüsüne kapılmış olması oldukça ironikti aslında. Çünkü İstanbul’daki hayatı da pekala güzeldi. Yıllarca beyaz yakalı olarak çok çalışmış, istediği her şeye sahip olmuş, kariyer merdivenlerini hızla tırmanmıştı. Yolu da hep güzel insanlarla kesişmişti. Küçük bir kız çocuğuyken kendisi için hayal ettiğinden bile güzel bir hayat sürüyordu.
Yine de son günlerde, bu kadar çaba harcayıp kurduğu imrenilesi hayatını öylece bırakıp gitmek için büyük bir arzu duymaya başlamıştı. Sevmediği için değil, içten içe “bir şey yapması gerektiğini” hissettiği ve ne yapacağını bulamadığı için…
Gelgelelim, hayatının konforlarından vazgeçebilecek kadar cesur değildi; konforlarından vazgeçmeden uzun bir süre dünyanın diğer bir ucunda yaşayabilecek kadar çok da parası yoktu. Her gece güzel otellerde kalmaya kalkarsa, yaklaşık bir hesapla çok çok üç ay sonra İstanbul’a geri dönmesi gerekirdi.
O zaman da bu bir terk edip gitme hikayesi değil, uzun bir tatil olurdu. “Arzuladığım kadar dramatik bir hikaye değil.” diye mırıldandı.

Diğer yandan, İstanbul’da durmak da ona iyi gelmiyordu. Kahvaltıda yediği patatesli omletten, evine ulaşmak için yürüdüğü yollara; markette alışveriş yaparken aldığı sudan, mahalledeki barlara kadar bu şehirdeki her şey ama her şey “o”nu düşürüyordu aklına.
“O”nunla birlikte geçirdiği yıllar boyunca, büyük bir iştahla hem birbirlerini, hem de yaşadıkları şehri keşfetmişlerdi. Ele ele, dudak dudağa, öpüşerek, gülerek, sohbet ederek…
Birlikte saatlerce sohbet ederek yemek yedikleri restoranların önünden şimdi yalnız geçmek, sarmaş dolaş yürüdükleri yolları tek başına yürümek, tek vücut halinde dans ettikleri mekanlara onsuz gitmek, önlerinde öpüştükleri kapılardan öylece geçip gitmek kalbini biraz daha kırıyordu. Keşfetmeye ve denemeye meraklı iki insanın birlikteliği izlerini yalnızca evlere bırakmıyordu, şehrin her köşesi aklına onu getiyordu.
Duygu ve düşüncelerinin hepsi birbirine karışmıştı. Öfkeli miydi, üzgün mü; hayal kırıklığına mı uğramıştı, özlem dolu muydu bilmiyordu.
Bildiği bir şey varsa, ilk defa bir ilişkiye ve bir adama içtenlikle inanmıştı.
Onunla birlikte, bütün ilişki klişelerini yıkarak, tutku ve keşif dolu uzun yıllar geçirebileceklerine; etrafta gördüğü konuşmayan, eğlenmeyen, sadece alışkanlıktan bir arada olan çiftlerden daha farklı olabileceklerine…
Bu yüzdendir ki, o adam, canını yakan bir şey yaptığında bile, daha önceki ilişkilerinde yaptığı gibi, kız arkadaşlarıyla çapkınlık gecelerine çıkıp, onu dedikodu masalarına meze yapmak yerine; gidip onun kolları arasında ağlamıştı.
O adam… Ona bugüne kadar hitap etmek için kullandığı bir sürü kelime olmuştu, sevgi dolu veya ikisinin arasındaki bir espriyi hatırlatan. Şimdi “o adam” olmuştu işte. Bütün hayatını etrafında döndürdüğün, yörüngeni oluşturan kişi bir anda “o adam” oluveriyordu.
Onunla yaşadığı ilişkinin yerle bir olmasına sebep olabilecek tehlikeli hamleyi yapacak kişinin kendisi olmasına hep daha çok ihtimal vermişti halubuki. “Kim bu ilişkinin içine sıçacak?” diye bir bahis açılmış olsaydı, bütün birikimini hiç tereddütsiz kendi üzerine oynardı.
Çünkü kendisini tanıyordu; fevriydi, inatçıydı, pire için yorgan yakabilirdi, canı acıdığında çok saldırganlaşabilirdi. Çapkın bir kadındı da… Belki de bu yüzden, her seferinde kendini kırıp döken adamın kollarında toparlanmayı tercih etmişti. Onun sakin ve mantıklı mizacına kendini teslim etmeyi, kendi iç güdülerini dinlemekten daha güvenli bulmuştu.
Ve hayat bu ya, hep en beklemediğin yerden vurulursun ya; yine öyle olmuştu. Bu ilişkinin içine sıçan kendisi değil, “o adam” olmuştu.