San Francisco’dan dönerken jet-lag etkisini azaltmak için, mucize olduğu iddia edilen doğal haplardan mı alsam, melatonin hapı mı içsem gibi dertler içindeyim. O sırada bilmiyorum ki, geldiğim gibi kendimi öyle bir koşturmaca içinde bulacağım ki – jet lag yaşamaya bile fırsatım olmayacak!
İstanbul’a dönüyorum, yokluğumda biriken işlere, inanılmaz yoğun bir toplantı takvimi eşlik ediyor. İstanbul’a ayak bastığım ilk gün, İstanbul içinde bir günde 120 kilometre yapıyorum toplantıdan toplantıya… Gündüzleri aslında vücudum uyku istiyor, ama işin stresi o uykuyu bastırıyor. Geceleri zaten vücudum hala gündüz saatini yaşadığı için uykum kaçıp gidiyor. Bana hazırlanan harika kokteyllerin ve müthiş yemeklerin keyfini sürüyorum uyumak yerine. Valizlerimi bile boşaltmıyorum, sadece içlerinden görüşeceğim kişilere aldığım hediyeleri çıkartıyorum.

Rüzgar gibi geçen bir haftanın sonunda cuma gününe geliyoruz. Herkes bana “Hafta sonu dinlenirsin.” diyor. İçimden gülüyorum, ne dinlenmesi, cuma gecesi için Boris Brejcha için biletimiz var!
Boris Brejcha konserine gitmeyi ve onu canlı dinleme deneyimini kelimelerimin anlatmaya yetebileceğini hiç sanmıyorum. Rüya gibi, dünyaya ait olmayan, hazdan ölünen, yerden uzaklaştıran iki saat yaşatıyor o adam. Bittikten sonra bile insan dönemiyor dünyaya “Gerçek miydi o saatler?” diye düşünüyor. Minimal tekno efsanesi olmayı sonuna kadar hakeden bu adam, gerçekten şimdiye kadar dinlediğimiz bildiğimiz bütün DJ’lerden çok ayrı bir deneyim yaşatıyor.

Ve ben onu birer hafta arayla, bir cuma San Francisco Midway’de, bir sonraki cuma da İstanbul’da Life Park’ta dinleme şansına sahip oldum eylül ayında. Üstelik de iki Boris etkinliği birbirinin tekrarı değil. San Francisco’daki setinde şarkıların sözleri yoktu, İstanbul’dakinde vardı. Biri açık, diğeri kapalı alandaydı. Visuallar birbirinden çok farklıydı. Ortak olan tek şey deneyimlemeyene tarif edemeyeceğim bir haz; bir çemberlik alan içinde telefondaki adım sayarın 30.000 küsür adım sayacağı kadar dans etmek, ertesi gün vücudumdaki bütün kaslar sızlayarak, diğer yandan bütün dertler atılmış uzaklaştırılmış gibi hissederek uyanmak…
13 saatlik yolculuk, jet-lag’ın fiziken gümbür gümbür varlığına rağmen, jet-lag miskinliği sürdürme lüksüne sahip olmamak, biriken işleri temizlemek, toplantıdan toplantıya koşmak, bu curcunaya iki Boris Brejcha canlı setinde dans sığdırmak sonrası, yakışıklı erkeğimin bana sıra dışı bir yemek hazırladığı ve müthiş keyifli geçmesini beklediğimiz bir akşamda birbirimize girince, cuma günü ani bir son dakika kararı ile Adana’ya uçuyorum.

“Biraz daha kolay bir hayata ihtiyacım var birkaç gün.” diyorum. Adana’da her yere ulaşmak çok basit, mesafeler kısa, evler ferah, arkadaşlar kendimi uzun uzun açıklama derdine düşmeyeceğim kadar eski. Önce güzellik doktorum Gül Fennibilek’e uğruyorum, yorgunlukları yüzümden silmek için botokslarımı tazeletiyorum. Sonra da çok yakın bir arkadaşımla baş başa bir akşam yemeği organize ediyor, Eski Dostlar Kebapçısı‘na gidiyoruz. Daha rakılarımızı bardaklara doldurmadan, tanıdıklarla karşılaşmaya başlıyoruz. En son Akyaka’da karşılaştığım iki harika insanla, orada da yan yana masalara düşünce kahkahalarla gülüyoruz. “Ayarlasak bu kadar olmaz be!” İki kız olma niyeti ile başlayan akşamımız otuz kişilik bir masada bol kahkahalı bir sohbete dönüyor, şahane oluyor.
Ertesi akşam başka bir çok sevdiğim arkadaşımla da iki kız sohbet etmek için bu sefer istikametimiz 5 Ocak Kebapçısı. Yine o kadar uzun zamandır görmediğim, o kadar çok sevdiğim insanla karşılaşıyorum ki! Oradan oraya akan gecemiz bana bir kere daha “Adana’da hayatın o kadar da yavaş olmadığını” hatırlatıyor. Kahve içmek için evden çıkılan günler, “Hadi bir bira paylaşalım.” ile şişelerce bira içmeye, sonra Atatürk Parkı’nda Türkçe pop 90’lar partisi yapıp sabahlamaya dönüyor. Adana planladığım kadar yavaş ve kolay geçmiyor, tam aksine çok eğlenceli ve kafa karıştırıcı oluyor. Yine de bana iyi geliyor.

Kazım‘da bol bol çift kaşarlı yengen yiyip muzlu süt içiyorum, Şadırvan‘da buz gibi bira eşliğinde misler gibi dönerimi yiyorum. Özlediğim lezzetler kadar, özlediğim insanlara da kavuşuyorum.

Sonra yine İstanbul, yoğun bir iş temposu. En sonunda cuma gecesi, gündüz şantiyede üzerime bulaşan çimentoları üzerimden akıttıktan sonra “Pes!” bayrağımı çekiyorum. Beni güzelce sarmalayan kolların arasına kendimi teslim ediyor ve tastamam 13 saat uyuyorum. O kadar iyi geliyor ki!
Ertesi gün Şaşkınbakkal’dan Kadıköy’e kadar yürüyorum. Suppla Broth Co‘dan kendime taze kemik suları alıyorum, kolajen niyetine, her gün bir tane içmelik. Sonra Moda’da vegan sokak lezzetleri yapan Turp Moda’yı keşfediyorum, bir vegan tantuni yiyorum.

Akşam mahallemizin yenilerinden Tomris Meyhane‘ye gidiyoruz. Leziz mezeleri olan küçücük bir meyhane. Sohbetimiz güzel akıyor, rakımız da… Sokakta dans ediyoruz. Tabii ki son zamanlarda kilitlendiğim Dinle eşliğinde. Ardından bir zamanlar sıkı müdavimi olduğumuz Efendi‘ye geçiyoruz, arayı açmıştık. Türkçe pop şarkılara avaz avaz eşlik ederek geceyi kapatıyoruz. Pazar akşamı Wu Bomonti patlatıp haftasonunu bitiriyoruz. Sabah 07:00’de kalkıp yeniden yoğun bir iş temposuna dönüyorum.
Enerjinin kullandıkça tükenen bir şey değil, tam aksine kullandıkça çoğalan bir şey olduğuna içtenlikle inanıyorum. İnsan, hareket ettikçe, keşfettikçe, ürettikçe, dolu dolu günler geçirdikçe hayata karşı heyecanı artıyor, daha çok şey yapası geliyor. Tam aksine miskinleştikçe de o hayat enerjisi kayboluyor, her şeye üşenir hale geliyor.
Ben evde miskinleşmeye başladığımda, hiç bir şey yapmadan saatler geçirirken, böyle yoğun olduğumda nasıl olduğunu anlamadan epeyce iş bitiriyor, nasıl sığdırdığımı anlamadığım kadar çok şey sığdırıyorum bir güne. Sadece bütün bunlar sırasında olup bitenlere karşı hissettiklerimi yakalayamıyorum, sindiremiyorum. Duygularımı gözden kaçırıyorum, farkındalıklarım azalıyor. O yüzden toprak elementi yogasına yeniden başlıyorum, sonra yine devam etmeyi başaramıyorum. Topraklanamıyorum, durulamıyorum! Bir de ne zamandır aklımda olan bir şeyi yapıyor, kendime bir aylık pole dance dersi hediye ediyorum. Bu kesinlikle daha benlik ❤
Ve daha San Francisco valizlerimi boşaltamamış, Adana maceralarımı hazmedememişken, size yine İstanbul’u terk etmiş Teos’tan bağlanıyorum. Geleneksel 29. yaş doğum günüme çok yaklaşmış olarak… Önümde yepyeni maceralarla…
Eğlenmeyi unutmadan, kış miskinliğine erkenden kapılmadan kalın!