Gelin hamamımızı yaptıktan sonra, D-Marin’in spa’sından çıkıyoruz, otelin golf arabalarından birine atlayıp Q Lounge‘a tırmanıyoruz. Ormanın içinden geçerek, yanımızda nefis bir deniz manzarası ile tepeye doğru çıkan yol inanılmaz keyifli. Islak saçlarla o rüzgarı yemek ise önümüzde uzun bir parti maratonu olduğunu düşünürsek hiç mantıklı değil.

Q Lounge’ın kapısından içeri girdiğimiz anda büyüleniyoruz. Doğa ile arasına hiç duvarlarla camlarla sınır çekmeyen, ormanın içinde, denize kuş başı bakacak kadar yüksekte, ahşap ağırlıklı dekorasyonu olan koskoca bir verandada şeklinde bir mekandayız.
Ekipteki herkes gezen tozan, farklı mekanları arşınlayan kişilerden oluşuyor ve hepimiz aynı fikirdeyiz; burası uzun zamandır gördüğümüz açık ara en güzel mekan. O kadar beğeniyoruz ki, düğünden sonra tatili biraz uzatıp, burada birkaç gün kalsak ve buradan çalışsak mı ihtimalini kokteylimizi bile seçmeden büyük bir ciddiyetle değerlendiriyoruz.

Ben menüdeki acılı, mezcalli bir kokteylden yana yapıyorum tercihimi, “Yalnız o acı bir kokteyl.” uyarısı yapan servis elemanını, “Ben de Adanalıyım.” diye cevaplamamak için kendimi zor tutuyorum. Muhteşem manzaraya karşı oldukça leziz kokteyllerimizi içerken kaptanımızdan telefon geliyor. Hava bozuyormuş, akşam yemeği için gideceğimiz koya gitmek için hemen yola çıkmamız lazımmış.

Tekneye bindiğimiz anda fırtına başlıyor ve yağmur indiriyor. Dolayısıyla akşam yemeği için gideceğimiz koya kadar teknenin güvertesinde şaraplarımızı yudumlayarak keyif çatma ihtimalimiz suya düşüyor. Üzerimizi giyiniyoruz özenle, sonra elbiselerimizin üzerine bulabildiğimiz en kalın kıyafetleri geçirip, birbirimize sokularak yol alıyoruz. Yaptığımız saçlarımız makyajlarımız rüzgar ve yağmurdan nasibini alırken; havanın kötülüğü bir yana, hepimizin inanılmaz acıkmış olması en büyük sorunumuz. Sabah market alışverişi yaparken “Çok almayalım ya, gerek yok.” dediğimiz kuru yemişleri, cipsleri tırtıklıyoruz. Taze nar suyuyla vodka eşliğinde…
Sonunda akşam yemeği için gideceğimiz Boynuzbüyü Restorant (Ferhat’ın Yeri)‘nin olduğu koya demir atıyoruz. Ancak restorandan oldukça açıkta demirliyiz ve zodyakla gitmemiz gerekiyor. O kadar çok yağmur yağıyor ki, hiç birimizin gözü yemiyor o anda o hamleyi yapmaya. “Herhalde kimse gidememiştir ya bu havada, etkinlik iptal mi? Teknede kıymalı makarnaya mı talim olsak?” diyoruz. O sırada haber geliyor, bizim dışımızda herkes ıslak ve restoranda.
Yağmur bir ara şiddetini azaltır azaltmaz botumuza atlıyor ve restorana gidiyoruz. Kapıdan içeri girdiğimiz anda alkışlanıyoruz, çünkü gerçekten yağmura ilişkin tek kaygılanan ve prenseslik yapan bizmişiz. Elli kişiden çok sayıda düğün katılımcısı çoktan orada, yemeklerini yiyip rakılarını içiyor. Yediğimiz her şey gerçekten çok lezzetli ve google’a yazdığımızda hakkında hiç bir şey bulamadığımız bu restoran gerçekten çok güzel bir yer. Salaş, yemekleri leziz ve bir koya konumlanmış denizin dibinde kocaman bir alan. “Gelinimiz bize daha düğüne iki gün varken keşifleri yaptırmaya başladı.” diyoruz.
Sonra herkes bardaklarını alıyor, bahçeye yakılan kocaman ateşin başına geçiyoruz. Müzik eşliğinde dans ederken, dünyanın değişik yerlerinden gelmiş henüz tanımadığımız diğer düğün davetlileri ile tanışıyoruz. Sohbet akarken, gece yarısına doğru yorulanlar yavaş yavaş teknelerine dönmeye başlıyor. Bizim ekipten de birkaç kişi tekneye dönüyor. Biz de artık “Hadi yavaş yavaş gidelim, biraz uyuyalım.” diyerek iskeleye doğru giderken, düğün ekibinin en partici en eğlenceli ekibi “Nereye? Birlikte bizim tekneye gidiyoruz.” teklifi geliyor, hiç itiraz etmeden onların zodyaklarına atlıyoruz.
Neyse ki daha çok açılmadığımız bir anda zodyak bozuluyor, durmuş motorumuz ile akıntıyla birlikte sürükleniyor ve Mila isimli bir tekneye çarpıyoruz. O kadar komik bir an ki, olduğumuz nokta tam da birinin içeride olduğu yatak kamarası camına denk geliyor. Dikizci ekip gibi cama yapışırken, kahkahalarla gülüyoruz.
Zodyaktaki bir kişi, bizim ekip kızlarından birinin deyişiyle “yakışıklılar yakışıklısı” havalimanından doğrudan restorana geldiği için, zodyakta bir valizimiz, bir şişe viskimiz ve tütünümüz var. Dolayısıyla zodyak bozulduğu için hiç de telaş içinde değiliz. Orada kalmak da hiç dert olmaz, ihtiyaç duyabileceğimiz her şey yanımızda. Bir süre sonra zodyak da çalışıyor, asıl gitmemiz gereken tekneye ulaşıyoruz.
Teknedeki barın önünde içkilerimizi içip dans ederken, bir anda güvertenin önünde bir hareketlenme oluyor. Bakıyoruz bizim tekne mürettebatı. “Sizi almaya geldik.” diyorlar. Bizim kızlardan biri de “Biz gitmek istemiyoruz.” diyor. O kadar tuhaf bir an ki, sanki lisede partiye gitmiş, dönmesi gereken saatte gelmemiş ergen kızlarız da, babamız bizi eve götürmek için gelmiş; biz de biraz daha kalmak için yalvarmamız gerekiyormuş gibi. Beni o an asıl şaşırtan şey ise bambaşka: “Bizim hangi teknede olduğumuzu nereden biliyorlar ki?” Meğerse kaptan talimat vermiş, gece 2:00’de gidip restorana bakın, orada yoklarsa, bütün tekneleri gezin, kızları bırakmayın, diye. Gerçekten babamızın içini rahatlatır gibi, “Biz iyiyiz, döneceğimiz zaman sizi ararız.” diyoruz.

Artık saat zaman mefhumu kalmayan bir noktada, kendi teknemize dönmek için zodyaktayken, tekneyi paylaştığımız diğer kişilerin gelip gelmediğini merak ediyoruz. “Bir yabancı çift geldi. İki de Türk abi.” cevabını alıyoruz. Türk abi mi? Bizim teknede kalacak Türk abi yok ki! Lüksemburg’tan gelen damadın arkadaşları olması lazım. Tekne ekibi Türk olduklarında ısrarcı, biz şaşkın. Teknemize kim geldi?
Bu gizem ancak ertesi sabah kahvaltıda çözülüyor. O kadar güzel bir ekibiz ki! O kadar karışık bir kültürler mozaiği ki! Herkesin bambaşka yerlerde yaşaması bir yana, annesi şuralı, babası buralı, ama şurada yaşıyor şeklinde, teknedeki kişi sayısının üç katı kadar ülkeyle bağlantıyı taşıyoruz. “Keşke Türkçe bildiğinizi söylemeseydiniz, sizin dedikodunuzu biz nasıl olsa anlamıyorsunuz diye şakır şakır Türkçe yapardık.” diye takılıyoruz. Ki bu ihtimalin gerçeğe ne kadar yakın olduğunu hepimiz biliyoruz, hiç fısıldaşmaya gerek görmeden avaz avaz nasıl olsa anlamıyorlar diye konuşurduk kesin.

Şansımıza o kadar güzel anlaştığımız o kadar güzel bir ekip oluyoruz ki, hiç yeni tanışmış gibi değiliz. Ve şansımıza o gün hava şahane. Şarapları ardı ardına devirirken, teknenin güvertesinde dans ediyoruz, şakalaşıyoruz, koy koy geziyoruz, yüzüyoruz, güneşleniyoruz.
Düğün programına göre 12:00’de Yazz Collective’de yoga etkinliği varken, biz şahane bir koya yol alırken, tekne güvertesinde tuzlu suyu tenimizde taşırken, şarap kadehlerimizi yogaya kaldırıyoruz.