O benim ilk kendi seçtiğim arkadaşımdı. Çocukken ilk yakın arkadaşlar hep anne ve babanın yakın arkadaşlarının çocukları veya üye olunan klüplerdeki diğer çocuklar olur ya, onunla anne ve babalarımız arkadaş değilken, oldukça kalabalık bir ilkokul sınıfında birbirimizin yakın arkadaşı olmayı tercih etmiştik. Birlikte okuma yazma öğrendik, ilkokulu birlikte bitirdik, ortaokulda herkes farklı okullara dağılıp koptuktan sonra bile, büyük bir istikrarla ve keyifle her hafta sonu buluşmaya devam ettik.
Üniversite sınavı sonuçları açıklanır açıklanmaz birbirimizi aradık, “İstanbul mu?” diye sorduk. Hangi üniversite ve hangi bölüm olduğundan bağımsız aynı şehirde olmamız önemliydi. İstanbul’a taşındığımızda birlikte ilk aktivitelerimiz o zamanlar çok moda olan falcı cafelerden birine üye olmak ve Rock’n Coke festivale gitmek oldu. İstanbul’da üniversite okuduğumuz sonraki yıllarda birlikte çok gezdik tozduk, eğlendik, evde oturup miskinlik yaptık, bir sürü keşfi, hayatımızdaki değişikliği ve hayallerimizi ilk elden paylaştık.
Onun enerjisi gerçekten hiç bitmezdi, sabaha karşı Roxy’den benim Cihangir’deki ilk evime döndüğümüz gecelerin sabahlarında bile, erkenden uyanıp yatakta zıplayarak, “Hadi Bebek’e yürüyüş yapalım, Mangerie’de kahvaltı edelim, sonra…” diye planları sıralardı. Asla organizasyon yapmaya üşenmezdi, hafta sonu için insanları bir araya toplar, tekne kiralar, market alışverişini organize eder, bizi alıp Marmara denizinde yüzdürür, hiç bilmediğimiz harika bir balıkçıya götürürdü. Gravity yoga diye bir şey mi çıktı, badem sütü ile kahve yapmak moda mı oldu, bir yerde çok değişik bir kokteyl mi var, yeni bir mekan mı açıldı; ilk ondan duyardık. Bir kahve içip laflarken, dünyanın en normal şeyi gibi dünyanın diğer ucuna gönüllü İngilizce öğretmenliği yapmaya gideceğini veya bir sonraki hafta Peru’da olacağını açıklardı.
Aradan geçen uzun yıllarda çıtayı hiç düşürmedi, bizi şaşırtmaktan hiç vazgeçmedi. Hala bazen konuştuğumuzda nerede olduğunu söylediğinde, söylediği yerin dünyanın neresinde olduğu hakkında hiç bir fikrim olmuyor.
Yıllardır New York’ta yaşıyor, elbette eskisi kadar her anı ve keşfi paylaşamıyoruz. Yine de her İstanbul’a geldiğinde, sanki araya aylar girmemiş yakınlığını hepimize vermeyi ve İstanbul’da yaşayıp bir araya gelemeyen herkesi bir organizasyon ile bir araya toplamayı başarıyor.

Dürüst olmak gerekirse, onun düğünü olduğunda, dünyanın diğer ucuna uçmak zorunda kalacağıma psikolojik olarak hazırdım. Bu yüzden düğün tarihini oldukça kısa bir zaman kala açıkladığında, “Eyvah!” diye düşündüm. Çünkü benim San Francisco’dan döneceğim tarihin birkaç hafta sonrasına denk geliyordu. Yeniden uzun bir seyahate çıkmak için organizasyon yapmaya ve işlerimi toparlamaya nasıl fırsat bulabileceğim hakkında endişelerim vardı. O yüzden istikametimizin Fethiye olacağını öğrenince gerçekten çok rahatladım.
Yine de o, dünyanın diğer ucunda yaşarken, bizim burnumuzun dibinde olmasına rağmen bilmediğimiz bir keşif yapmayı başarmıştı. Fethiye’de karadan ulaşımı olmayan, Yazz Collective’de olacaktı düğün. “En geç cumartesi geliyorsunuz, en erken salı dönüyorsunuz. Kalmak için kendinize bir tekne ayarlayın.” demişti.

Gelinin en yakın kız arkadaşları grubu olarak bir whatsup grubu kurmuştuk ve açıkçası düğüne bir hafta kala hala plan ve organizasyon hakkında tam olarak bir fikrimiz yoktu. Hangi gün nerede ne yapıyor olacağımızı da, hava durumunu da kestiremiyorduk. Ayrıca gelinimize düğün curcunası başlamadan önce, kız kıza bir sürpriz yapmak istiyorduk ancak sabit bir yerde olunmayacağından ve program detaylarını da bilmediğimizden hangi gün ve ne yapabileceğimizi bir türlü netleştiremiyorduk.
Üstelik her şeyi daha komplike hale getiren bir detay vardı: Biz gelinin beş kız arkadaşı olarak, daha önce hiç tanımadığımız, damadın Lüksemburg’tan gelecek beş arkadaşı ile birlikte aynı tekneyi paylaşacaktık. Onların hangi gün hangi saatte Dalaman’a ayak basacağı da meçhuldü. Göcek’te tekneyi demirlemiş bir halde herkesin toplanmasını mı bekleyecektik, gideceğimiz mesafeler ne kadar uzaktı, gelenler zodyakla alınabilir miydi, bilmiyorduk.
Bu sırada neyse ki ekibimizdeki bir arkadaşımızın müthiş bir organizasyon ve planlama yeteneği ortaya çıktı, teknenin kiralanması, transferler, uçak biletleri, tekneye erken giriş yapma opsiyonu, gelinimize yapacağımız sürpriz gibi olmazsa olmaz kısımları ayarladı.
Böylece hava durumunu kestiremediğimiz için aynı valize hem kalın sweatshirtlar, hem bikiniler atarak “Hadi cumartesi sabahı İstanbul Havalimanı’nda buluşuyoruz.” dedik.

Sonunda o cumartesi sabahına geldiğimizde, “son çağrı” anonsları verilirken kapıma ulaşıyorum. Bizim ekip dışında herkes uçağa binmiş. Hepimiz farklı sebeplerle çok uykusuzuz, “Aman nasıl olsa önümüzde upuzun bir gün var, planlar başlayana kadar güzelce dinleniriz.” diye düşünüyoruz. En çok bu kısımda yanıldığımızı elbette henüz o sırada bilmiyoruz.

Dalaman Havalimanı’ndan Göcek Marina’ya oldukça hızlı biçimde ulaşıyoruz, Alesta’dan kiraladığımız Kayhan 5’e yerleşiyoruz. Master kabinde kimlerin kalacağını belirlemek için kuramızı çekiyor, güvertede Türk kahvelerimizi yudumluyor, mürettebatın eşliğinde tekne alışverişini yapmak için markete gidiyoruz. “Teknede yalnızca kahvaltı edeceğiz nasıl olsa, çok bir şey almamıza gerek yok, hemen hallederiz.” demiş olsak da, o alışveriş o kadar uzun sürüyor ki! Bizim dışımızda hiç tanımadığımız beş kişiyi de düşünerek alışveriş yapmamız gerekiyor, ayrıca sürekli aklımıza “Kahve aldık mı?”, “Sabun var mı?” gibi detaylar geliyor. Marketin her rafını defalarca arşınlayıp sonunda kasaya ulaştığımızda çok aç ve çok yorgunuz.
Kasada ödeme sırasına geldiğimizde, tekne ekibinden bir kişi “Tekne personeli için…” diyor, cümlenin geri kalanını, ekibimizin bir haftayı organizasyon ve pazarlık yaparak geçiren organizatörü tamamlıyor “İndirim mi var?” Adam şaşkınlıkla bize bakıyor, “Tavuk alabilir miyim diyecektim.” Enerjimizin sonunu, bütün marketi inleten kahkahalarımız tüketiyor.
Kendimizi marinadaki restoranlardan birine atıyoruz. En soğundan bira ve patates kızartması istiyoruz. Oturduğumuz anda ne kadar yorgun olduğumuzu fark ediyoruz, geline yapacağımız sürprize yalnızca bir saat var. Hiç de öyle düşündüğümüz gibi tekneye dönmeye, uzun uzun dinlenmeye vaktimiz yok. Bir de o sırada inanılmaz bir rüzgar çıkıyor ve çılgınca yağmur başlıyor. Dakikalar hızla geçiyor, biralar hızla mideye iniyor, şansımıza yağmur diniyor, D-Marin’in spa’sına doğru yola çıkmak için ayaklandığımız anda aklımıza geliyor: “Kına…. Kınayı teknede unuttuk.” Elimizde bira bardakları ile tekneye doğru koşuyoruz. Sonra da elimizde kına dolu bir poşetle D-Marin’in spasına doğru. “Kimse bu toza ne kadar su karıştıracağımızı biliyor mu?”

D-Marin sınırlarına girdiğimiz anda geç kaldığımızı da, yorgunluğumuzu da unutuyoruz. Abartılı hiç bir unsuru olmayan, oldukça minimal bir mimarisi var, diğer yandan çok şık ve gösterişli.


Spa’ya giriyoruz, hızlıca soyunup peştemallerimize sarınıyoruz ve bizden önce gelini oraya götürmüş olan hamamda sakin sakin takılan ekibin yanına, elimizde bir hoparlörden bangır bangır müzik çalarak ve elimizde kına ile giriş yapıyoruz. Gelinimizin şaşkın bakışları bizim başardığımız anlamına geliyor; ona bu curcunada sürpriz yapmayı gerçekten başardık!
Bu düğünün en geleneksel düğün formatına yakın kısmı -bulunduğumuz yerin D-Marin’in spası olduğunu saymazsak- bu kısım oluyor: Hamamdayız, peştemallerimiz var, göbek taşının üzerinde dans ediyoruz ve kına yakıyoruz.
Sonrasında spa’daki jakuzili havuza kendimizi atıyoruz. “Çok yorulmuşuz, harika geldi.” cümlesini kurduktan yaklaşık beş saniye sonra gelen cümle şu oluyor: “Buranın efsane bir barı var, akşam yemeğinden önce oraya da uğrayalım mı?”
Bu harika ekiple daha sürprizlere açık bir çok günüm olmasını o an o kadar çok seviyorum ki.
“Festival Düğün / 1” üzerine bir yorum