Hayatımın bir döneminde, “dengeli ve düzenli bir hayat sürme” derdine düşmüştüm. Kesintisiz her gün uyguladığım rutinler oluşturmak ve belli bir beslenme ile uyku düzeni tutturmak için kendimi hırpalama seviyesinde çaba harcıyordum.
Muhtemelen hayatımın son on senesindeki en keyifsiz dönemdi bu. Zaten her sabah uyanıp İkitelli’deki şirkete gidiyordum, orada oldukça birbirinin tekrarı iş günleri geçirirken, üzerine bir de MBA yüksek lisans derslerine girerken hayatımda aslında hiç de o kadar heyecan verici olmayan bir döngü zaten vardı. Ben inatla buna bir de başka rutinler eklemek için çaba harcıyor, yapamadıkça da kendime kızıyordum.

Sonra hayatın akışı (ki karşıma hep beni hep doğru yöne çekecek kişi ve olaylar çıkardığı için minnettarım) beni bir parti ekibinin içine sürükledi. Fakülteden yakın bir arkadaşımla komşuyduk, tesadüfen tanışan arkadaşlarımız birbirleriyle çok iyi anlaşmaya başlayınca ev partileri düzenler olduk. Barmeniyle, saksafoncusuyla, geyşasıyla, DJ’i ve dekorasyonları ile o dönem oldukça iyi partilerdi bunlar. Parti gününden önce partide içilecek kokteyllerin tadımı için ön partiler düzenliyorduk, ev partilerimizin her zaman en az otuz kişilik bir katılımcı kitlesi oluyordu, sonra komşularımız sesten delirdiğinde Klein’a, Minimüzikhol’e gidip sabahlara kadar dans ediyorduk. Tuhaftı, ama hayata karşı daha şevkli hale gelmiş ve çok daha iyi iş yapmaya başlamıştık. Bugün birlikte şahane seyahatlere çıktığım Aslıpan ile o dönemde aynı projede çalışan iş arkadaşlarıydık ve bu parti ekibinde de birlikteydik. Çok gergin toplantılardan çıkıyor, delice eğleniyor, sonra diğer herkesten daha fazla iş kotarıyorduk.
Hani bazı şeylerin yerine oturması için üzerinden biraz zaman geçmesi gerekir ya; o dönemde de buna tam olarak bir anlam yüklememiş, bir hayat dersi çıkartmamıştım. Çok eğleniyordum, mutluydum. “Benim hayatımda dans etmek hep olmalı, bana iyi geliyor.” diyip geçmiştim.

Geçmiş yazılarıma baktığımda, ilk defa 2021 yılının sonunda yazdığım yazıda bunun adını koyduğumu fark ettim. Aynen şöyle yazmışım:
Geride kalan bir yıl boyunca birbirinden apayrı iki odak noktam vardı: İşim ve sevdiğim insanlarla eğlenmek. Tuhaf bir şekilde bunların ikisi birbiri ile çelişen aktivitelermiş gibi görünse de, benim gibi evine çok düşkün olmayan ve vücudu uykusuzluğa dayanıklı insanlar için, “Work hard, play harder!” aslında çok iyi çalışan bir formülmüş. Onu deneyimledim.
Gerçekten eğlenerek vakit geçirdiğinde insan; sevdikleriyle saatlerce kahkahalar atarak sohbet ettiğinde, sabah uyandığında acı hissedecek kadar çok dans ettiğinde o kadar güzel bir şekilde deşarj oluyor ki; bütün geceyi evde pinekleyerek geçirmiş kişilere kıyasla, işte daha şevkli ve daha sabırlı biçimde çalışabiliyor. Tertemiz bir zihinle ve yenilenmiş olarak… Diğer yandan bir iş sorumluluğu taşıyor olmak da, o parti ve eğlence dünyasının içinde abartmayı ve kaybolup gitmeyi engelliyor. Bir dur noktası oluyor iş sorumluluğu, döngüye girip abartmanın ve kayboluşa giden çizgileri geçmenin sınırını koyuyor.
Bu seneki bütün iş başarımı, yıl boyunca çok eğlenmiş olmama ve hayatımda ne zaman görüşsem birlikte çok keyifli vakit geçirdiğim ailem ile arkadaşlarıma borçluyum. Ve iyi DJ’lere, harika tatillere, müthiş güzel sofralara, avaz avaz söylenen şarkılara… Yaptığımız müthiş eğlence planları, bana haftada 70 saatlere vuran çalışma saatlerine dayanma gücü ve yoğun projeler arasında zihnimi sıfırlama fırsatı verdi. Ülke gündemi ne kadar iç karartıcı olursa olsun, her güne gülümseyip dans ederek başlamamı sağladı.

Sonraki yıllarda, benden farklı yerlerde yaşayan erkek arkadaşlarım ve benim buna bayılmam sebebiyle çok seyahat ettim; bir yandan oldukça yoğun ve ciddi bir iş hayatım varken, diğer yandan festivalden festivale koştum; Teos ve İstanbul arası zig zaglarla yaşadım. Her şeyi hayatımın farklı dönemlerinde çok yapıyordum. Bazen çok sağlıklı beslenip, çok evcil günler geçiriyor, kendime bakıyor, her gün yoga yapıyordum; bazen günlerimi sadece bilgisayar başında geçirip çok çalışıyordum; bazen meraklı bir gezgine dönüşüp binlerce kilometre yol katediyor; bazen tam bir parti canavarına – veya partilerde tanıştığım insanların deyişiyle dans divasına- dönüşüyordum.
Ve buna bayılıyordum. Bayılıyorum. Hayatı her şekilde sonuna kadar yaşıyormuş gibi hissettiriyor bu tezatlıklar bana. Hem oldukça yoğun bir iş hayatını kotarıyorum, hem bir sürü yeni şey keşfediyorum, fit kalıyorum, ama aynı zamanda namussuz çok kalorili yiyeceklerden kendimi mahrum bırakmıyorum, kendi içime derinlere iniyorum, çok yüzeysel çok eğleniyorum… Mutluyum.

“Bir yıl içinde yaptıklarımın hepsini toplayıp gün sayısına bölünce aslında dengeli bir hayatım var.” diye şakalaşıp dururken, sevgili Luna’s Melody “Bu tam olarak seni anlatıyor.” diyerek bana bir video yolladı.
Dengeye ihtiyacın yok, zıtlıklara ihtiyacın var. Derin çalışma ve derin dinlenme. Takıntı ve sessizlik. Şehir ve dağlar. Savaş gibi hazırlık yap. Cennet gibi iyileş. Sınırlarda vakit harca. Çünkü denge seni korumaz. Seni sınırlandırır.
Bir anda bir kaç yıldır denediğim ve faydasını gördüğüm hayat tarzı bir felsefe kazanmış oldu. İstanbul’u bu kadar çok severken, İstanbul’dakinden çok daha yavaş, düzenli ve asosyal günler geçirdiğim Teos’u da bu kadar çok sevebilmemi anladım: Bana farklı uçları deneyimletiyorlardı. Göbeğinde yaşadığım, oldukça hareketli ve yoğun metropol hayatı ile doğanın ortasında hiç bir ulaşım aracı bile kullanmadığım bir kasaba hayatı. Ve seyahatlerimde araştırmalar yapan merakla sokakları yolları arşınlayan versiyonum ile festivallerde kimliğini unuturcasına dans edip partileyen versiyonlarım da farklı uçlardı.
Güneş doğmadan saatler önce uyanmış, kulaklığımdan bangır bangır bir müzik dinleyerek havalimanına doğru Teos’a yol almak için giderken, bir önceki yazının sonunda kendi kendime sorduğum sorunun cevabını da aslında bulmuştum: Yerleşik ve düzenli bir hayata hiç geçmemiştim, çünkü benim hayata karşı, yerleşik ve düzenli bir hayatın karşılayabileceğini fersah fersah aşan bir merakım ve enerjim vardı ve bunu sınırlandırmak yazık olurdu.
Bilinçli düşünerek karar vermemiştim buna aslında. Deneyimlerimin karşısında ne hissettiğimi gözlemleyerek ve bana iyi hissettirenlerin peşinden koşarak iç güdülerle doğru yolu seçmiştim.


Sonra gittiğim Teos’ta sakin hayatın keyfini sonuna dek sürdüm. Annemin leziz yemeklerini yedim, annem ve babamla çok kahkahalı uzun sofralarda oturdum, terastaki ofisimde ne zamandır aklımda olan bir proje ve raporu bitirdim, her gün yoga yaptım, hiç makyaj yapmadım, deniz kıyısında ve yüzerek bol bol vakit geçirdim, hiç bir şey yapmadan deniz manzarası izledim.


Orada geçirdiğim bir haftada siteden dışarı yalnızca bir kere Kaptan’ın Yeri’nde akşam yemeği yemek için, bir kere de Alçatı pazarına gitmek için çıktım. Kaptan’ın Yeri, denizin üzerinde salaş ama çok keyifli bir mekan, kalamarı ve dil balığı da çok lezzetli bu arada. Yolunuz o taraflara düşerse aklınızın bir kenarında bulunsun.

İstanbul’a dönerken dudaklarımda kocaman bir gülümseme vardı. Eski erkek arkadaşımın ilişkimizin kendisine bir AI start-up fikri verdiği şeklindeki mesajına göz ucuyla baktım. Artık hayatımda ne istediğimi daha iyi biliyordum. Daha doğrusu, şu anda yaşadığım hayatın, tam yaşamak istediğim hayat olduğunu ve herhangi bir noktasının değişmemesi gerektiğini fark etmiştim.
Partilemeyi abarttığım günlerin de, hiç bir şey yapmadan asosyal geçirdiğim saatlerin de, iş dışında bir şey yapmadan çalışarak geçirdiğim haftaların da istediğim hayatın bir parçası olduğunu ilk defa bu kadar net anlamıştım, bunların hiç birinde bir şeyleri daha farklı yapma çabasına girmeme gerek yoktu.
Hayatınızı farkındalıkla yaşayarak kalın!

“balance doesn’t protect you. It lımıts you.” üzerine 2 yorum