Kaldığımız riad, uçuşan perdeleri, palmiye gölgeleri, avlusundaki havuzu, bol kahkahalı çalışanları, bangır bangır müzik açsak da ses etmeyen misafirleri ile bizi Binbir Gece Masalları prenseslerine dönüştürmüş olduğundan, aslında riad’ın sınırları içinde keyfimiz çok yerinde.
“Neden Çeşme’de hala böyle bir konsept yaratılamıyor?” diye sorguluyoruz, “Böyle bir riadda iş bulup, birkaç ay burada yaşasak mı?” diye hayaller kuruyoruz. Daha Marakeş’e dair hiçbir şey görmemiş olmamıza rağmen, oranın ruhu bile yetiyor orada yaşama hayalleri kurmaya başlamamıza…
Riadımızdan çıkmadan saatlerce dans edebilir, fotoğraflar çekilebilir, kapımızın önündeki rahat döşekte uzanıp sohbetler edebiliriz; ama dışarının curcunası bizi çağırıyor. Bu yüzden birkaç saat keyif çattıktan sonra “Hadi, Marakeş bizi bekliyor.” diyip kendimizi sokaklara vuruyoruz.
Sokağa çıkmadan önce elimize tutuşturulan haritaları, çantamızın derinliklerine atıp, içimizden gelen sese göre sokakların arasında kıvrılmaya başlıyoruz.
Fas’a gelmeden önce bizi herkes bir şeyler konusunda uyarmıştı. Yok mini giyerseniz anında mıncıklıyorlar, çantanıza sürekli dikkat etmek zorundasınız nasıl olduğunu anlamadan gider çantanız, sokaklar çok güvensiz ve dayanılamayacak kadar pis falan filan…
Bizim deneyimlediğimiz Marakeş ise bambaşka oluyor. Kendimizi gayet güvende hissediyoruz, herkes bizimle sohbet etmek istiyor ve çok güler yüzlü davranıyor, fotoğraf çekilirken çantalarımızı kameralarımızı yerlere bırakıyoruz, hiç bir şey de olmuyor. Üstelik “pis” vurgusunun aksine, havanın sıcaklığına rağmen, kimse ter kokmuyor. Sadece şehirde genel olarak yoğun bir baharat kokusu var.
Saatlerce sokaklarda yürüyoruz, hasır çantaları, ayakkabıları, geleneksel kıyafetleri, şalları, dekorasyon eşyalarını izliyoruz, elimize alıp inceliyoruz, almayacak bile olsak sırf pratik olsun diye pazarlık yapıyoruz.
Bizi genellikle İspanyol, Fransız veya Rus sanıyorlar. İstanbul’dan geldiğimizi açıkladığımızda büyük bir coşkuyla hemen sohbete başlıyorlar. Sohbetlerin içeriği hep aynı: Erdoğan ile Polat Alemdar eşit üne sahip Fas’ta. Bir de Manar diye bir Türk dizisi var, izlemeye doyamadıkları. Bilmediğimizi söylediğimizde inanamıyorlar; çünkü orada o kadar meşhur ki, o kadar hiç bir bölümü kaçırılmadan izleniyor ki…
Arapça kelimeler öğretiyorlar, oturmamız için sandalyeler çekiyorlar, sigaralar ikram ediyorlar. “İlk gün hiç bir şey almayalım. Nasıl olsa daha günlerce buradayız. Sadece fikir edinelim.” desek de, karşı koyamıyoruz. Şallar, geleneksel elbiseler, çantalar, takılar, terlikler, baharatlar alıveriyoruz. Bu arada cellat kıyafetine benzeyen bir geleneksel elbise var Fas’ta. Yalnızca kadınlar değil, erkekler de giyiyor. Kapüşonlusunun adının “calleba”, kapüşonsuzunun adının “gandura” olduğunu öğreniyoruz.
Hiç halı meraklısı olmama rağmen, evimde de hiç halı bulunmamasına rağmen, daha günlerce gezecek olmasam halı bile alıp Türkiye’ye taşımaya kalkabilirim. O kadar güzeller ki!
Ağır Arap aksanıyla “What is your best price?”, gün boyunca en çok duyduğumuz cümle oluyor.
Yalnızca bir ayakkabıcıda pazarlık yapma çabam boşa gidiyor. Adam çok net biçimde “Ben sanatçıyım. Pazarlık yapmam.” diyor. Arkamı dönüp mağazadan çıkma taktiğini uyguluyorum. O bile işe yaramıyor. Birkaç adım sonra kızlara “Ben dayanamayıp alacağım o terlikleri.” diyorum, dönüp pazarlığa açık bile olmayan fiyattan alıyorum.
Ama onun dışında her mağazada, ilk söyledikleri fiyatın en az yarısına kadar indiklerini deneyimliyoruz.
En çok zorlandığımız konu ise, hiç aklımıza gelmeyen bir şey oluyor: Su.
Sıcağın altında yürürken, sürekli çok susuyoruz. Yolda satılan dilimlenmiş meyveler, ağzımızı sulandırsa da, hijyenik çekinceler nedeniyle yiyemiyoruz. Su konusuna gelince, içilebilir tek şişe su, Sidi Ali. Ancak onun da fiyatının ne olduğunu bilmiyoruz ya, her aldığımızda farklı bir fiyat ödüyoruz. Okuduğumuz hiç bir yazının, hiç bir rehberin bu konuda bilgi vermediğini fark ediyoruz. Ne derlerse onu ödüyoruz el mahkum. Sonunda öğreniyoruz ve bu kıymetli bilgiyi paylaşmaktan da gurur duyarım, küçük şişe Sidi Ali suyun satış fiyatı 4 dirhem. Bizim 10 dirhem ödeyecek kadar kazıklandığımız bile oldu, bu bilgiye ulaşana kadar…
Akşam üstü olduğunda, “Hadi diyoruz, bir şeyler yeme ve Marakeş’teki ilk günümüz hatırına bir şerefe yapma zamanı geldi.” İstikametimiz Nomad oluyor. Bütün o çarşı curcunasının ortasında, merdivenleri çıkınca, su püskürten vantilatörlerle nefis bir teras bizi karşılıyor.
Nomad’de alkol olmadığından, Fas’ta her zaman taze meyvelerden hazırlanan ve her zaman olağanüstü lezzetli olduğunu deneyimlediğimiz sebze ve meyve sularından birer tane söylüyoruz. Bir de meze tabağı siparişi veriyoruz.
Sanıyoruz ki, bize çeşit çeşit mezelerle dolu bir tabak gelecek. Birer kaşık, pancar ezmesi, humus ve zeytin ezmesi önümüze geliyor. Gülüyoruz. “Yaza formda girme yöntemi olarak Fas seyahati.”
Teras çok keyifli, orada birkaç saat geçirdikten sonra, kendimizi yine souk’lardan birinde elimizde bir şeyler sıkı bir pazarlık yaparken buluyoruz. Marakeş gerçekten alışveriş konusunda davetkar bir şehir.
Hava kararmak üzereyken, canımız artık alkollü bir şeyler içmek istediği için Cafe Arabe‘ye gidiyoruz. Mavi ağırlıklı bahçesinde oturuyoruz. Lokal tek bira olan Casablanca’larımızı tokuşturuyoruz.
Saat 22:00 gibi ayaklanıyoruz, “Hadi riadımıza dönüp, şarap içip yol yorgunluğumuzu atalım.” diyoruz. İşte macera o zaman başlıyor: Sokaklar o kadar dar ve o kadar labirent ki, telefonlarımızın gps’leri doğru düzgün çalışmıyor. Haritada sapmamız gereken sokak olarak görünen yerlerde sapılacak sokaklar bulamıyoruz. Souk’lar kapandığında, bütün sokaklar birbirine benziyor. Belirgin hiç bir şey olmadığından, aynı sokakları defalarca dönüp duruyoruz.
Birkaç saat sonra, tam yönümüzü bulduk derken, kendimizi çok garip bir sokakta buluyoruz. Motorlar üstümüze geliyor, herkes laf atıyor, sokak kenarlarında toplanmış erkek grupları ürkütücü, afyon çekmiş amcalar garip hareketler yapıyor, sokaklar leş gibi. O sokağın bizim asıl kalmak istediğimiz ancak yer bulamadığımız için kalamadığımız riad’ın sokağı olduğunu anladığımızda, bize insanların Marakeş hakkında söylediklerinin abartı olmadığını anlıyoruz. Biz de o sokakta kalıyor olsaydık, deneyimleyeceğimiz Marakeş bu olacaktı. Ürkerek, korkarak hızlı adımlarla geçiyoruz o semti.
Yüksek müzik seslerini takip ettiğimizde El Fna Meydanı’na ulaşıyoruz. Burası tam bir kaos. Halkın akşam eğlence alanı. Yiyecekler satılıyor, müzikler çalıyor, adım başı birisi kolunuza yapışıyor. Marakeş’in görülmesi gereken yerlerinin başında gelmesinin hatırına burada biraz vakit geçiyoruz, curcunaya kendimizi teslim ediyoruz; ama yarım saat kadar sonra önümüze atlayanlar, kolumuza yapışanlar, yerlerde yuvarlananlar bizi yormaya başlıyor.
Yeniden çıkıp kendimizi sokağa vurduğumuzda yine aynı yolları yürüdüğümüzü fark ediyoruz. Kelimenin tam anlamıyla kaybolmuş haldeyiz. Karşımıza çıkan ilk oturulabilir görünen mekan Kif Kif. Daha sonra Kif Kif’in “same same” demek olduğunu öğrenip, bunu da Arapça literatürümüze ekleyip bol bol kullanıyoruz. (Alkol servisi olan az sayıda mekandan biri olduğu ve El Fna’ya çok yakın bir konumda bulunduğu için burası da aklınızda olsun.)
Kif kif’te baharatlı birer kahve içip yorgunluk atıyoruz ve yeniden yollara düşüyoruz. Riadımızın sokağına geldiğimizde “Oh!” diyoruz. Riad’a dönmeye karar vermemizle, varmamız arasında yaklaşık dört saat geçmesine gülüyoruz.
El Fna’dan aldığımız hurmaları yiyip, yayıla yayıla sohbet ederek geceyi kapatıyoruz. Sonraki günlerde, hava karardıktan sonra riadımızdan çok uzaklaşmamaya karar vererek…
En son icadım ve eğlencem olan, bütün bu anları anlatan ve bu yazıya sığmayanları da içeren videomuzu izlemek için tık tık!