Cuma günü işten birkaç saat izin alarak erkenden çıkıyorum.
2007 yılında hayatımda kazandığım ilk parayla, Los Angeles’taki Ross’tan 10 dolara satın almış olduğum ve o günden bugüne kadar gittiğim her yere benimle gelmiş olan ve hala taş gibi gıcır gıcır olan rengarenk puantiyeli seyahat çantam ile havalimanının yolunu tutuyorum. Çantamın yarısından fazlasını uyku tulumu kaplıyor. Diğer yarısında da festivalde giyeceğim kıyafetler var.
İstikametim Zürih.
Yolda yanımda benden en az yirmi yaş büyük, baştan aşağı çok sade ve hiç markası belli olmayan kıyafetler giymiş; ama her birinin epeyce para harcanmış parçalar olduğu duruşundan, kesiminden, dikiminden belli oldukça havalı bir adam oturuyor. Yiyecek servisinde başlayan havadan sudan sohbetimiz, “Neyle uğraşıyorsun?” konusuna gelince, gülüyorum. “Gerçekten merak ediyor musun?” diye soruyorum. “Çünkü biraz karışık.”
Bembeyaz dişlerini ve göz altındaki kaz ayaklarını göstererek gülüyor. “Artık daha çok merak ediyorum.” diye cevaplıyor.
“Aslında avukatım. Ama şu anda avukatlık yapmıyorum, Türkiye’deki en büyük tekstil perakendecisi olan şirketlerinden birinde finans bölümünde çalışıyorum. Çalışmaktan arta kalan bütün zamanımda, ya uçak bileti bakıyorum, ya bir sonraki seyahatim için araştırma yapıyorum, ya da daha önce gezdiğim yerler hakkında yazılar yazıyorum. Dolayısıyla en çok seyahat etmekle uğraştığım söylenebilir.”
Gülüyor. Çantasından bir tomar sözleşme çıkartarak sallıyor. “Ortak noktalarımız var: Ben de sürekli sözleşmelerle uğraşıyorum. Ve sürekli seyahat ediyorum. Türkiye’ye senede en az 15 kere geliyorum.” diyor. İşi, Türkiye’ye Avrupa’dan futbolcu getirmek, bunun için görüşmeler yapmak ve transfer sözleşmelerini imzalamakmış.
“Çok temel bir farkımız var.” diye itiraz ediyorum. “Sen çalışırken, seyahat ediyorsun. Ben seyahat edebilmek için hem yıllık izinlerimin tamamını, hem de kazandığım bütün parayı harcıyorum.”
“Nasıl yani?!” diye soruyor şaşkınlıkla. “Global bir marka olmayı hedefleyen bir şirketin, bir çalışanının yurtdışı seyahati yapmasını desteklemediğini mi söylüyorsun?”
Ben onun bakış açısına daha çok şaşırıyorum. “Nasıl yani?” diye sorma sırası bana geliyor.
“Çok basit, global olmayı hedefleyen bir markanın, çalışanlarının da global olmasını hedeflemesi gerekir. Yani en azından benim ülkemdeki şirketlerde bu böyle. Dolayısıyla seni seyahat etmeye teşvik etmeleri ve sen hazır bir yere gidiyorken sana görevler vererek bundan faydalanmaları gerekir. Mesela insanların nasıl giyindiğini incelemeni istemeleri, bir kaç mağaza gezmeni talep etmeleri gibi…”
“Futboldan hiç anlamam. Ama bakış açına bayıldım. Seninle çalışabilir miyim?” diye soruyorum gülerek. Cebinden kartını çıkarıp uzatıyor. “Şimdi bunlarla kafanı karıştırma, İsviçre’nin tadını çıkar. Ama sonra otur bir düşün; başkaları farkında değilse de, sen potansiyelinin farkında ol. Bunu pazarlamanın ve kullanmanın yollarını bul. Ayrıca İsviçre için çok ince giyinmiş olabilir misin acaba?” diyor.
Bütün yol boyunca, bana bulutları gösterip, “Bak bulutlara. Çok ince giyinmişsin.” diyip duruyor. Tabii ki o sırada benim aklımı kurcalayan şey kesinlikle ince giyinmiş olmam değil. Resmen bir aydınlanma yaşıyorum: Hayatımın kurgusunda bir yanlışım var.
“Bu haftasonu gerçekten ilginç bir haftasonu olacak.” diye mırıldanıyorum kendi kendime. Fas’taki hayat sorgulamalarımdan sonra, şimdi de bu adam. “Her seyahatim hayata bakışımı değiştirmeye başladı. Bu çok büyüleyici; ama yorucu.”
Zürih havalimanında ondan ayrılıp, orada yaşayan ve beni karşılamaya gelen fakülteden arkadaşım Özge ile eniştemiz Tom’un arabasına biniyorum. Yeni evlerine gidiyoruz.
İsviçre evi denildiğinde hayalimde canlanan tam olarak bu: Birkaç katlı, her penceresi yeşilliğe bakan, kocaman bahçeli ve çok keyifli bir ev.
Tom’u tenis maçıyla başbaşa bırakarak, buz gibi bir şişe prosecco’muzu alıp, bahçeye oturuyoruz. Saatlerce görüşmediğimiz sürede kendi hayatlarımızda olup bitenleri, ortak arkadaşlarımızı konuşuyoruz.
Gece yarısı olduğunda bizi bir heyecan kaplıyor. Özge ile İstanbul Hukuk Fakültesi’nden sınıf arkadaşıyız. Üniversite öğrenciliğimiz boyunca bir kere olsun kamp yapmak gibi bir maceraya kalkışmamışken, otuzlu yaşlarımıza geldiğimizde çadırımızla kampa gitmeye kalkmamızın ironisine gülüyoruz.
Bir İsviçreli olarak, doğa ve kamp ile haşır neşir büyümüş olan Tom’un şaşkın bakışları altında, büyük bir heyecanla, kamp tavsiye listeleri açıyor, bir şey unutup unutmadığımıza defalarca bakıyoruz.
Ertesi sabah daha gün doğmadan yola düşüyor ve trenle önce Zürih’e, Zürih’ten de İsviçre ile İtalya sınırındaki Belliziona’ya gidiyoruz. Belliziona’dan Shankra Festival’in shuttle’ına biniyor ve yarım saatlik bir yolculuk sonunda etrafta hiç bir yapının olmadığı ıssız bir vadide iniyoruz.
Giriş bileti almak için kredi kartlarımızı uzatıyoruz. Gişedeki kız, öne doğru eğilip bir çizgiyi burnuna çektikten sonra, “Yalnız nakit.” diye cevap veriyor. İkimiz göz göze geliyoruz, kızın hareketine mi, yalnız nakit geçmesine mi daha çok şaşırmamız gerektiğini bilemiyoruz. Çantalarımızdan nakit paralarımızın tamamını çıkartıp bilet için verirken, “Eveet, hippi festivaline hoş geldik.” diyoruz kahkahalarla.
Bilekliklerimizi takıp, festival alanına giriyoruz. Çadırımızı kurmak için bir yer arıyoruz kendimize. “Çadırı kurmayı becerebilecek miyiz peki?” diye soruyorum endişeyle.
Bütün günü çadır kurmaya çalışarak geçirmekten korkuyorum. İkimiz de daha önce hayatımızda hiç çadır kurmadık ne de olsa.
“Ben kullanım kılavuzuna baktım. Çok basit.” diye cevaplıyor Özge.
Büyük bir gazla gözümüze kestirdiğimiz noktaya gidip, çadırı kılıfından çıkartıyoruz. “Hemen çadırlarımızı kuralım, sonra merkeze inip para çekelim. Sonra dans etmeye başlayalım.” diyoruz.
O “hemen”in sandığımızdan epey uzun süreceğini birkaç dakikada anlıyoruz. Tam çadırı ayağa kaldırmayı becerdik derken, çadır tekrar bir beze dönüşüyor. Biz biraz debelendikten sonra, hemen yanımızdaki devasa çadırdan bir adam çıkıyor, şaşkınlıkla ikimizi süzdükten sonra, yaklaşık iki dakikada çadırımızı kuruveriyor. Özge diyor, “Ben demiştim, çok basit kurması.” diye.
Kikirdeşerek çıkışa doğru yürümeye başlıyoruz. Festival iki gün önce başladığı için, ortalık oldukça hareketli ve kalabalık.
“Merkeze nasıl gideriz?” diye soruyoruz. “Merkeze gitmeyin, şurada biraz ileride bir köprü var, oradan geçince, market ve ATM gibi ihtiyacınız olan her şeyi bulabilirsiniz.” diyorlar. İyi madem, diyerek yürümeye başlıyoruz.
Bir kaç saat yürüdükten ve hatta otoyola çıktıktan sonra hala bir köprü bulabilmiş değiliz; ama en azından bir yerleşim yerine ulaşmış durumdayız.
Para çektikten sonra, oradaki markete giriyorum. Kesinlikle birer soğuk birayı hak ettik.
Özge kapıda beni bekliyor. Ben biraları alıp sıraya giriyorum.
Gelgelelim marketteki sıra o kadar uzun ve o kadar yavaş ilerliyor ki! Sırada benden epeyce önde duran bir çocuk kusuyor. Ben fenalaşıyorum, elimdeki bira şişeleri kayıp yerde gürültülü biçimde patlıyor. Herkeste bir alkış kopuyor.
Özge içeri girip bakıyor. Ben kırık bira şişelerinin ortasından el sallıyorum. “Sen miydin o?” diye soruyor. Yine kahkahalar.
Elimizde bira şişeleriyle bu sefer köprüden geçerek, duş almak yerine nehirde yüzenleri izleyerek, hiç bir yere yetişme kaygımızın olmadan, harika bir doğanın içinde, sallana sallana festival alanına geri yürüyoruz.
Artık nakit paramız, kurulmuş bir çadırımız var. Ve Shankra Festival’e hazırız.