Benim üniversite yıllarım iki uçta ruh halini içeriyordu: dünyaya pembe gözlüklerle bakılan, bulutların üzerinde yürünen günler. Dibe vurmuş, karamsar ötesi depresif günler. Ortası yoktu.
O yıllarda, bütün dershane reklamlarında yer alan heybetli kapının arkasındaki fakültede okumanın, “hangi üniversitedesin?” sorusuna “İstanbul hukuk” diye cevap vermenin havasını seviyorduk; ama bunun bedeli gerçekten ağırdı. Çok zor bir bölümde okuyorduk. Bizim derslerin özet ders notları, pek çok bölümün ders kitabından bile kalındı. Bir istatistik yapılsa, içilen Nescafe’ler yüzünden (o zaman filtre kahve gerçekten yoktu hayatımızda) gastrid sancısı çekenler ve öğrenciler arasında ders çalışmakla sabahlanan gecelerin esprisi olan “sıçtın mavisi”ni en çok yaşayanlar bizden çıkar çok büyük ihtimalle.
Gezi kuşağının yıllar yıllar sonra deneyimlediği biber gazı, bizim üniversiteye adım attığımız ilk günlerde tanıştığımız bir şeydi. Karşıt görüşler kapışır, okul kapısında karton kolilerde yaşayarak grev yapanlar olur, sınıf mevcudunun bir kısmını sivil polisler oluştururdu. Lisede hayalini kurduğumuz üzere, o muhteşem çimlerin üzerinde gitar çalıp şarkı söyleyenlerin kahkaha sesleri değil, siyasi sloganlar yükselirdi.
Diğer yandan, bir kampüs hayatımız olmadığı, okula devam mecburiyetimiz bulunmadığı ve her gün derslerimiz 1:00’de bittiği için İstanbul sokaklarının tadını da en çok çıkartan öğrencilerdik muhtemelen. Nevizade’de arjantin bira içmek, artık hiç biri mevcut olmayan eski sinemalarda ardı ardına iki üç Avrupa filmi izlemek gündelik hayatımızın olağan bir parçasıydı.
O günlere ilişkin çok hikaye anlatabilir, çok fazla detay verebilirim. Bir çoğu ile artık hiç görüşmesek bile, o günlerde birlikte çok vakit geçirdiğim sınıf arkadaşlarımın bendeki yeri çok ayrıdır.
Hep olur ya, bizim de bir kız grubumuz vardı. O kız grubundan bir arkadaşımızın içimizde ilk evlenen olacağından, bir arkadaşımızın da kesinlikle 40lı yaşlara kadar bekar kalacağından emindik. Hayat bizi yine şaşırttı, en son evlenir dediğimiz Özge içimizde ilk evlenen oldu. İlk evlenen olur dediğimiz ve yıllardır Almanya’da yaşayan Simge’nin beklediğimizden çok geç gelen düğün davetini aldığımızda, düşünmeye bile gerek yoktu: Kesinlikle o haftasonu Antalya’da yapılacak düğünde olacaktık.
Düğünden bir gün önce, cuma akşamı Kaleiçi’inde Il Vicino‘da toplandık. Trüf mantarlı dana carpaccio ve somonlu makarna lezizdi. Uzun yıllar sonra Özge ve Simge ile aynı masada oturup, üniversite dedikodusu yapmak ise tarifsiz keyifliydi.
Leziz kokteyllerin etkisiyle, “Hadi o zaman bekarlığa veda yapalım.” diyerek Tudors Arena’nın yolunu tuttuk. Her telden çalan şarkılar ve içerideki enteresan karmalıktaki kitleyi göz önünde bulundurursak, şiddetle tavsiye edebileceğim bir mekan değil. Diğer yandan, bizim üniversite yıllarımızda sıklıkla Taksim’de gittiğimiz rock barlara bu kadar benzeyen ve bizi yıllar öncesine savuran başka bir mekan muhtemelen bulamazdık.
O yıllardan bu güne gittiğimiz çok daha iyi mekanların deneyimlerini yeterince bira ile hafızamızdan silip, “Düğünden bir gece önce bekarlığa veda yapmak da tam bizlik bir hareket oldu.” diye kahkahalar atarak, sabaha kadar dans ettik.
İlk gecemizde Kaleiçi’ndeki Mediterra Art Otel‘de konakladık. Dekorasyon ve imkanlar açısından çok matah bir otel değildi; ama diğer yandan fiyatı çok uygundu ve eğlencemiz bitince otuz adımda yatağa ulaşmak çok konforluydu.
Ertesi sabah, “Yatakta uyumaktansa, plajda uyumayı tercih ederiz.” diyerek, hiç uykumuzu alma çabasına girmeden, Kaleiçi’ndeki bu minik otelimizden çıkıp, ilk açıldığında büyük tantana olmuş Su Otel’deki odalarımıza yerleştik.
Bu oteli bir kaç kelimeyle tanımlamak gerekirse: “Köşeli ve beyaz” derdim. Otelden içeriye girdiğiniz anda beyazın yoğunluğu gözlerinizi acıtıyor, bütün personellerin beyaz kıyafetleri kendinizi otelden ziyade hastaneye gelmişsiniz gibi hissettiriyor. Üstelik keskin beyazın yarattığı vurucu etkiyi, yuvarlak hatlı bir dekorasyonla yumuşatma çabasına hiç girmemişler, aksine köşeli hatlar kullanıp daha da güçlendirmişler.
O yüzden ben otelden içeri girdiğim anda, orayı sevmek ve nefret etmek çizgisinde kaldım. Mimar damadımız ise durumu harika biçimde özetledi: “Otelde konaklamaktan öte bir şey bu; sıradışı bir ortam deneyimi.”
Bembeyaz dekore edilmiş, devasa aynalarla kaplı üstelik balkonda ikinci bir kocaman yatağı olan odama çıktığımda ise, vuruldum. O kadar ferah, o kadar keyifli bir ortamdı ki!
Bütün gün deniz kıyısında takılıp, güzel kokteyller içerek, kendisine genç sevgili yapmış Türk amcaların hareketlerini kahkahalarla izledik. Otelin müşteri kitlesine çok takılmazsanız, geriye kalan her şey harika. Güneş gözlüğü temizleme hizmeti veren bir plaj ben daha önce hiç görmemiştim mesela. 🙂
Otelin kuaföründen de çok memnun kaldık. Hepimizin saçı da, makyajı da içimize sindi. “Ne kadar güzel bir düğün deneyimi bu.” diye düşünüyorduk. Gündüz deniz keyfi yapıp, sonra bir saat içinde otelde düğüne hazır hale gelebilmek o kadar zahmetsiz olmuştu ki!
Düğün çok keyifliydi. Artık eminim, gelinle damat ne kadar rahat olursa, düğün misafirleri de o kadar çok eğleniyor. Bütün kurtlarımızı pistte döktükten sonra, gelinimizle damadımız inanılmaz eğlenceli ve sıradışı bir dans gösterisi yaptı. Ardından da sahildeki partiye geçtik.
Odaya çıkıp bir duş aldıktan sonra, İstanbul’a dönmek için havalimanına giderken, dudaklarımda kocaman bir gülümseme vardı.
Sezoşşşumm o günlere gittim yazınla ve resimlerle… Hepinizi çok özledim… Ben düğüne gelemedim ve bu yüzden çok hayıflanıyorum! Bir sonraki buluşmayı hemen planlayalım bence 😘😘😘
BeğenBeğen