Bundan üç yıl önce… Yogitamla birlike bir Belçika çıkartması yapmaya karar vermişiz. Uçak biletlerimiz, planımız, konaklamalarımız her şey tamam. Yola çıkmamıza bir hafta kala, bana işle ilgili öyle bir teklif geliyor ki, geri çevirmem imkansız! Yogitamın da Belçika seyahatini ertelemesi mümkün olmuyor, her şeyini o tarihe göre ayarlamış çünkü! El mahkum ikimiz farklı tarihlerde gidiyoruz Belçika’ya, aynı sokakları başka günlerde arşınlıyoruz.
Aradan üç yıl geçiyor. Oscar and the Wolf konseri bahanemiz olsun, bu sefer birlikte gitmeyi başaralım Belçika’ya diyoruz. Aylar önceden planlar yapılıyor. Şaka gibi ama yine bana işle ilgili cazip bir proje teklifi geliyor.
“Ne bu yahu? İşte bereket istedikçe Belçika bileti mi almalıyım nedir?!” diye dalga geçiyorum. Ama bu sefer temkinliyim, “Yalnız ben şu şu tarihlerde burada olamam. Gerekli her şeyi önceden tamamlamaya, gerekiyorsa bilgisayarımı yanımda götürmeye razıyım.” diye pazarlığımı en başından yapıyorum.
Yarın, geçen sefer ikimizin de keşfetmediği Ghent’te buluşmayı planlıyoruz. Bu sefer Bruges / Brüj rotamızda yok. O yüzden bir önceki seyahatimde yazıp çok sevdiğim Bruges yazısı karşınızda. Ghent, Antwerpen, Brüksel’in tazesi döndüğümde…

Planladığımdan çok daha geç ayak basıyorum Brüksel’e. Aklımda çok daha erken gelerek doğrudan Bruges’e gitmek olduğundan, tren biletimi almadan önce düşünmek için bir sigara molası veriyorum, acaba Bruges’ü ertesi güne bırakıp, bu gün Brüksel’de mi takılsam diye… Sonra gittiğimde havanın kararmış olmasını göze alıp, “en kötüsü bir kaç bira içerim” diyerek, havaalanının bir alt katındaki istasyondan Brugge’e giden trene biniyorum.
Yaklaşık bir saat sonra Bruges’deyim, hava hala aydınlık. Fotoğraf çekmek için ideal saat diyerek makineme davranıyorum; ama birden şiddetli bir yağmur başlıyor. Sonra güneş açıyor ve fırtına çıkıyor. Sonra yine yağmur… Objektifime düşen yağmur damlaları yüzlerce fotoğraf çekme hevesime engel oluyor; ama şanslıyım ki harika bir gökkuşağı şehir gezimde bana eşlik ediyor.
Bruges gerçekten zamanı dondurmuş şehirlerden. Graffiti yok, trafik yok. Sevgiliyle el ele gidip, her köşe başında öpüşüp koklaşırsanız ve fotoğraf çekilirseniz kendinizi romantik bir filmin başkahramanı zannetmeye başlayabilirsiniz, o kadar harika ve romantik bir arka fon bu şehir. Kuzeyin Venedik’i tanımlamasını da sonuna kadar hak ediyor. Bana
San Gimignano‘yu anımsattı. Sadece şarap ve seramik yerine burası bira, çikolata ve dantel cenneti!




Brugge hakkında çok çalıştım, çok araştırma yaptım, çok yerli ile sohbet ettim. O yüzden size Bruges’e yolunuz düşerse diye harika bir rehber sunmaya hazırım 🙂
2009 yılında burada çekilen ‘In Bruges’ filminden sonra, Colin Farrel, “Eğer bir çiftlikte büyümüş olsaydım ve şimdi emekli olsaydım Bruges beni etkileyebilirdi. Ama öyle değil.” şeklinde bir beyanda bulunuyor. Reklamın iyisi kötüsü olmaz, lafını doğrularcasına o günden itibaren turist sayısında bir artış oluyor.
Şehir duvarları içinde yalnızca 20.000 kişi yaşıyor, geçen sene ziyarete gelen toplam turist sayısı ise 3 milyon. Bu yüzden yerlilerin, turistlerden bazen gerçekten çok sıkılmasını anlayışla karşılayın, şehrin turistik mabedi Belfry’ın nerede olduğunu da kimseye sormayın. Tren istasyonundan çıktıktan sonra başınızı azıcık kaldırsanız zaten görüyorsunuz.
Kamuya açık alanda bira içmek serbest, bu yüzden biranızı elinize alıp parklarda keyif çatmaktan hiç çekinmeyin. Sadece ironik bir biçimde, buralara çişinizi yapmaya kalkarsanız cezası 250 Euro. Ona göre çişinize sahip çıkın!
Bruges, bir çikolata cenneti. Lokal genç insanlar bu çikolataları, yalnızca anneannelerinin evinde yediklerini ve marketten aldıkları çikolataları tercih ettiklerini söyleseler de bence aldanmayın, pralinler inanılmaz.
Çoğu mağaza 10:00’da açılıyor ve 18:00’de kapanıyor. Barların çoğu ise pazartesi günleri kapalı.
Bütün turistlerden farklı bir şeyler yapmak isterseniz şu adresleri bir kenara not edin:
1) Frituur Bombay (Kuiperstraa’da): Her köşede fries bulabileceğinizden emin olabilirsiniz; ama buradaki lokallere göre şehirdeki en iyisi.
2) Waffle için bir numara Lorenzo (Koopstraat’ta) diyorlar ama ben gittiğimde tadilattaydı, Breidelstrasse’de volkswagen minübüste satılandan denedim. Sadesi bile bir ilahtı, biz waffle diye ne yiyormuşuz İstanbul’da?
3) Her yorulduğunuzda dinlenip bira için tabii; ama adlarına aldanmayın, Brugge Trippel veya Bruges Witbier gibi biralar aslında burada üretilmiyor. Gelmişken buraya özgü bir bira içmek isterseniz tercihinizi Straffe Hendrik, Brugse Zot veya Fort Lapin’den yana yapın.

Turistlerden uzak bir yerlerde içmek isterseniz Cafe Vlissinghe şehirdeki en eski bar; ama içerisi yemek yüzünden biraz ağır kokuyordu. O yüzden benim en favori bira adresim De Garre oldu. İçeride tek bir turiste rastlamayacağınızdan emin olabilirsiniz, çünkü gerçekten gizlenmiş bir yerde. Markt’a çok yakın olmasına rağmen ve önünden üç defa geçmeme rağmen bir türlü bulamadım ben burayı. Sokaktaki insanlara nerede olduğunu sorduğumda, hepsinin yüzünde muzip bir gülümseme oluştu, “Nereden biliyorsun sen De Garre’yi?” diye sorararak büyük bir şevkle tarif ettiler. Beidelstrasse’de yürürken minicik, çok dikkatle bakmazsanız kaçıracağınız kadar minicik bir sokağın ucuna saklanmış burası.
“Garre” adı verilen özel bir birası var ve bu bira başka hiçbir yerde yok. Ve uyarayım, yavaş içiniz, çarpıyor.

4) Alışveriş için çok fazla adres var. Gelmişken illa ki çikolata alacaksınız, Leonidas’tan yana tercih yaptım ben. Bir de
Zucchero isimli şekerci tam bir görsel şölen, 1920’lerden kalma bir makine ile lolipoplar yapıyorlar.

Ridderstraat’ta çok şık antikacılar var, havalı görünüşlerine aldanmadan dalın içeriye, çok güzel şeyler bulabilirsiniz kurcalarsanız.
Madam Mim’den pin koleksiyonuma 1992 yılında Paris Cape Town’da yapılan ralliden kalan bir pin eklenmiş oldu, sadece iki euroya… 🙂
Eğer hatırlalık bir şeyler almak istiyorsanız, şehrin duvarlarına yakın bir uçta (Kruisvest) De Kringwinkelen ucuzu.
5) Ve bence şehirde gün batımını kesinlikle kaçırmayın, gerçekten romantizmi beşe katlanıyor.
6) Partilemek istiyorsanız programları şuralardan takip edebilirsiniz: hetentropot.be ve www.jhcomma.be
Ben gün batıp, dolunay gök yüzüne çıktıktan sonra, parkın içinden tek başıma yürüyerek istasyona dönüyorum. İstikamet: Brüksel!
Günün perşembe olmasının hatırına #tbt kıvamında bir fotoğrafla da kapanış yapalım:
Keşfetmeye doyamadan kalın!
Bu yazıyı paylaşmak isterseniz:
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...
İlgili
Gent’i çok daha fazla seveceksin muhtemelen. Gitmişken, av eti yemem demiyorsan, illa ki Mosquito’ya gidip kanguru denemelisin. Yanında kokteyli de cabası. Bi de tabisi ki nehir kenarında oturup la chouffe houblon içmek iyi fikirdir her zaman. Waterhuis hem nehirin dibinde hem de houblon bulabileceğiniz ender mekanlardan. Tabi oraya gitmişken geuze de denemek isteyebilirsin. Bi de tabi kerel var, monk’lar tarafından üretilmemiş biramız. Alışveriş sokağının nehre çıkan bir noktasında minnak bir kafede servis ediyorlar kendisini. All God does is watch us and kill us when we get boring. We must never, ever be boring! Sırf bu sloganı sebebiyle bile Kerel içilir ve tabi ben aşşırı seviyorum şişelerini eheh. If you love someone let it free but dont be surprised when it comes back with herpes! Sevgiler, iyi gezmeler!
BeğenBeğen
Bu arada geuze denemediysen daha önce, çok dikkatli olmakta fayda var. Üretim prosesi tamamen farklı bizim bildiğimiz biradan, eski bir adet üretim hane mesela Brüksel’de müzelik de yapıyor her gelene açık Cantillon belki oraya gidip orada öğrenip denemek daha eğlenceli olabilir çünkü içtiğinde onun biranın ötesinde başka bir şey olduğunu zaten anlayacaksın. Bu arada seven çok sever, sevmeyen de nefret eder arası pek yok. Neyse işte canım ülkem, heyecanlandım eheh.
BeğenBeğen