Ghent – All God does is watch us and kill us when we get boring.*

Güneşin doğuşunu, boğazın üzerinden geçerken izliyorum. Aklıma Ferzan Özpetek’in kitabından bir cümle geliyor: “Güneşin doğuşu, hayalperestler, uzaklara gitmek için uçağa atlayan, geceyi başka kollarda geçirdikten sonra eve dönenler içindi.”

Ben şafak koleksiyoncusu değilim, güneş doğarken sıcacık yatağımda olmayı tercih edenlerdenim. Tek istisnası seyahate çıkacağım zamanlar… “Gün ölmesin.” diyerek her zaman mümkün olan en erken uçağa bilet alanlardanım. Ne ironiktir ki, her sabah işe sürünerek giden ben; istikametim havalimanı olduğunda çok garip saatlerde kolayca kalkarım yatağımdan.

IMG_8224.jpg

Sabiha Gökçen’e oldukça erken bir saatte varıyorum. Bagajım yok, online check-in tamam. Münih’te yaşayan yogitam benden Tadelle istediği için –yurtdışına taşınanlar hep garip şeyleri özler biliyorsunuz – havalimanındaki ilk misyonum Tadelle bulmak. Onları alıp çantama atarken gülüyorum, “Çikolata cenneti Belçika’ya Tadelle taşıyan ilk insan olabilirim.”

Döviz bürosuna gidip, bütün nakit paramı verip, beşe bölünmüş haliyle euro’larımı alırken de kendimle dalga geçiyorum: “Ay sonunda, henüz maaş almadan Euro ülkelerine gitmek de apaçık delilik.”

Pasaport kontrolünden geçtikten sonra, büyük bir keyifle Duty Free’de makyajımı yapıyor, çeşit çeşit parfüm deniyorum. Orada en güzel kozmetikler dizi dizi dururken, havalimanında paçoz paçoz gezenleri hiç bir zaman anlamamışımdır. Hayatta satın almayacağım renklerde rimeller sürmek, normalde kullanmadığım renklerde rujları denemek, kendi parfümlerimin dışına çıkmak için en sevdiğim yer havalimanları…

Sabahın 6:00’sında mor rimellerim, inanılmaz lezzetli Givenchy rujum ve vücudumun her noktası farklı parfüm notalarıyla bezeli, kahve sırasındayım. Yogitama mesaj atıyorum: “Uyanıp uçağı yakaladığıma ve kalın montumu da yanıma aldığıma göre risk faktörlerini sıfırladık.”

İstikametim Belçika!

Brüksel’de Charleroi Havalimanı’na iniyorum. Havalimanının hemen önünden Flipco isimli shuttle’lar kalkıyor. Bunlarla Brüksel Merkez’e, Ghent’e, Antwerpen’e, Brüj’e gidebiliyorsunuz.

ghent_brussels_mushaboom8_sezen turkerIMG_8270.JPG

Ben Ghent’e giden shuttle’a biletimi aldıktan sonra, kocaman bir porsiyon da patates kızartması alıyorum. Belçika’da olduğuma göre, sabah kahvaltısında patates kızartması yemenin oldukça makul olduğu fikrindeyim.

Bir buçuk saat kadar süren bir yolculuk sonrasında Ghent’teyim. İstanbul’un curcunasından sonra, bomboş sokaklar, çok nadiren araba görmek ve bisikletle ulaşımını sağlayan insanların çokluğu hoşuma gidiyor.

ghent_brussels_mushaboom8_sezen turkerIMG_8297.JPG

ghent_brussels_mushaboom8_sezen turkerIMG_8367.JPG

Otelimiz Sandton Grand Hotel Reylof’un kapısından girdiğim anda vuruyorum. Gösterişli devasa merdiveni, lobisi, inanılmaz yüksek tavaları, hemen girişindeki havalı görünen restoran ve kocaman bahçesi o kadar güzel ki!

bloesem.jpg

4364829_196_z.jpg

Yogitamla iki ay kadar önce Çeşme, Selimiye ve Bozburun seyahati yaptıktan sonra, İzmir’de vedalaşmıştık. Ghent’te tekrar kavuşuyoruz. Odamızın balkonunda oturup, bu iki ayda olup bitenlerin en önemlilerini birbirimize aktardıktan sonra, “Hadi diyoruz, çok geç kalmadan Ghent’i keşfetmeye başlayalım.”

ghent_brussels_mushaboom8_sezen turkerIMG_8321-001.JPG

 

Şehir o kadar minik ki, bir köşesinden diğer köşesine yarım saatte kolayca yürünebiliyor. Şehirdeki mimari çok güzel, yürürken de sürekli olarak nehrin ve köprülerin üzerinden geçmek keyifli. Köprülerden en havalısı, “Sint- Michielsburg”. Zaten pek çok turist rehberinde de bu köprü, şehirdeki en iyi selfie-spot olarak anılıyor.

ghent_brussels_mushaboom8_sezen turkerIMG_8348.JPG

Gerçek adı Werrengarenstraat olan, ama herkesin “Graffiti Sokağı” olarak bildiği sokak gerçekten grafittilerle kaplı. Bir Brooklyn, bir Londra, bir Berlin havasında büyüleyici işler yok bu sokakta; ama yine de rengarenk bir sokakta yürümek güzel.

ghent_brussels_mushaboom8_sezen turkerIMG_8423.JPG

ghent_brussels_mushaboom8_sezen turkerIMG_8389.JPG

Yollarda yürürken, şehrin o tarihi havasına aykırı bir sürü duvar resmiyle karşılaşıyorsunuz. Ancak bence sokaklardaki en aykırı, en keyifli şey, Design Museum’un önündeki devasa tuvalet kağıdı.

ghent_brussels_mushaboom8_sezen turkerIMG_8441.JPG

ghent_brussels_mushaboom8_sezen turkerIMG_8439.JPG

ghent_brussels_mushaboom8_sezen turkerIMG_8352.JPG

ghent_brussels_mushaboom8_sezen turkerIMG_8305.JPG

Tarihi binaların arasında birden ortaya çıkan modern binaları ve nehre açılan barları çok seviyorum. Özellikle ’t Dreupelkot, Ghent’e gitmişken mutlaka uğranması gereken adreslerden biri. Burada “jenever” olarak anılan aromalı cinler shot bardaklarında servis ediliyor.

ghent_brussels_mushaboom8_sezen turkerIMG_8359.JPG

Bizim Amerikalı olduğumuzdan emin olan tonton sahibi, Türkiye’den geldiğimizi öğrendiğinde, “Harika bir ülkeniz var.” diyor. “İstanbul’u mu gezdiniz?” diye soruyoruz. “Evet.” cevabı alacağımızdan oldukça eminiz. Kars, Van ve Şanlıurfa’dan bahsederek bizi şaşırtıyor.

Sevgili Guny’nin tavsiyesi olan, Waterhuis de hemen burada bulunuyor.

ghent_brussels_mushaboom8_sezen turkerIMG_8312.JPG

Ağzımda armutlu jenever tadı, sokaklarda keyfimize göre oradan oraya yürüyoruz. Yürüyoruzdan kastım, gerçekten yürümek. Tastamam 17 kilometre! Nice fotoğraf çekme molasının yanı sıra, bir de olağanüstü yakışıklı adamların karşısında donakalmalar yaşıyoruz.

Sokaklarda yürürken karşılaştığımız bütün adamlar yakışıklı diyemeyiz elbette; Belçika çok karma bir nüfusa sahip. Gelgelelim her saat başı, o kadar yakışıklı bir adam çıkıyor ki karşımıza! Umursamaz şekilde göz teması kurmadan da geçip gitmiyorlar, gözlerimizin içine bakıp tatlı tatlı gülümsüyorlar. Gülümseyerek yanımdan geçen bir adam karşısında kalakalıp, “Heykel misin mübarek!” diye bağırmayalı uzun zaman olmuştu. 🙂

Bu adamlar yüzünden, meşhur hardalcı, Tierenteyn-Verlent’i kapanmadan önce yakalayamıyoruz. Ghent listelerinde olmazsa olmaz olarak anılan Patershol’e gidip, çok sıra dışı bir şey bulamayınca, şehirdeki en iyi patates kızartması adresi olarak anılan De Friteketel’in yolunu tutuyoruz.

ghent_brussels_mushaboom8_sezen turkerIMG_8311.JPG

Önündeki upuzun sıra merakımızı daha da arttırıyor. Patates kızartması için hayatımda hiç bu kadar beklemek zorunda kalmamıştım. Avokado soslu, falafelli vegan bir hamburger, patates kızartması ve Belçika’nın Efes-vari birası olan Jupiler’den yana tercih yapıyoruz.

ghent_brussels_mushaboom8_sezen turkerIMG_8448.JPG

Hesabı ödedikten sonra düşünüyorum. “Euro neredeyse 5 TL olmasına rağmen her şey hala İstanbul’dan çok daha ucuz!”

Karnımız doyduktan sonra, benim bütün yakışıklı adamların toplandığı, Berlin havasında underground çılgın eğlenceli bir mekan olarak hayal ettiğim, Vooruit’e gidiyoruz. Burası 1913 yılında sosyalist bir saray olarak inşaa edilmiş, Nazi işgali döneminde partilere son verilmiş ve bugün konser salonu, restore edilmiş cafesi ve kocaman terası ile lokallerin en sevdiği yerlerden biriymiş.

Gelgelelim in cin top oynuyor. Bu yüzden rotamızı, şehrin en iyi barlarından biri olarak anılan Volt’a çeviriyoruz.

Rahat koltuklarına yayılıp, kokteyl menülerini kucağımıza alıyoruz. Az sonra bir adam karşımızdaki pufa oturup, anlamadığımız dilde bir şey söylüyor. Ghent seyahatimizin en fantastik anlarından biri o zaman yaşanıyor. Çünkü bu adam da aşırı yakışıklı! Çünkü biz adamın ne dediğini kesinlikle anlamasak da, ağzımızı açıp onu anlamadığımızı söyleyemeden, kımıldamadan adama bakıyoruz. Ben zaten İkitelli’den, apaçık yokluk bölgesinden gelmişim, kalbime iniyor. Adam aynı cümleyi üç kere tekrar ederek bizden bir cevap bekliyor. Biz sadece biraz daha öne eğilerek adama konuşmadan bakmayı sürdürüyoruz. O sırada, gerçekten, İstanbul’da sokakta oturup, turist kadınlara mal gibi bakan adamlardan pek bir farkımız yok. Adam gittikten sonra kendimize gelip, kahkahalara boğuluyoruz.

ghent_brussels_mushaboom8_sezen turkerIMG_8533.JPG

ghent_brussels_mushaboom8_sezen turkerIMG_8537.JPG

Cin, campari ve Çin greyfurdundan yapılan Pinky Trust ile Burbon, Cin, kakule ve zencefil gazozundan yapılan Suffering Bustard içerek geceyi kapatıyoruz.

ghent_brussels_mushaboom8_sezen turkerIMG_8556.JPG

Ertesi sabah erkenden uyanıyoruz, otelimizin muhteşem merdivenleri ile vedalaşıp, “Gerçek gezginler asla otelde kahvaltı etmez.” mottomuz ile güzel bir fırına gidiyoruz.

ghent_brussels_mushaboom8_sezen turkerIMG_8569.JPG

Yan masamızda oturan, oldukça yaşlı bir teyze de heyecanla “Amerikadan mısınız?” diye soruyor. İstanbul’dan geldiğimizi söylüyoruz. Amerika’da geçirdiği yılları gözleri parlayarak anlatırken, bizim kahvaltılık hamur işleri arasından seçim yapmamıza yardımcı oluyor, tavsiyelerini sıralıyor. Kahvelerimizi yudumlayıp onunla sohbet etmeye devam ederken, ne zaman Amerika’ya geri döneceğimizi soruyor. Tam Amerika ile hiç bir alakamız yok, diye yanlış anlamasını düzeltecekken, vazgeçiyoruz. Ne de olsa, herkesin tatlı yalanlara ihtiyacı vardır. Kahvaltı boyunca, Amerika’dan gelmişiz gibi davranıyor ve orada neleri sevdiğimizi anlatıyoruz.

Kalkarken, bize sevgiyle sarılıyor. Alnımızın ortasına parmağını bastırarak, “Bütün güçler sizi korusun.” diyor.

Antwerpen’e gitmek için tren istasyonuna doğru yola çıkarken, içimize işleyen soğuğa karşı koymak için montlarımıza daha sıkı sarılırken, onun çıplak bacakları ve açık ayakkabıları ile yavaş yavaş yürümesini hayretle izliyoruz.

Sevgiyle ve keşfederek kalın!

 

Ghent – All God does is watch us and kill us when we get boring.*” üzerine bir yorum

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s