Berchem: Hayat çetelesi sonunda şatoda küvet keyfi

Ghent ile Antwerpen arasını trenle kat ederken, yüzümde gizleyemediğim bir gülümseme var.

Tren çok harika olduğundan, kat ettiğimiz yollardaki manzaraların harika olmasından veya Antwerp için heyecanlandığımdan filan değil bu. Nitekim Doğu Ekspresi ile Kars’tan dönmüş insanım, bu trenin o kadar sıra dışı veya heyecanlandıran bir tarafı yok. Antwerp’e de daha önce geldim, müzeleri dahil köşe bucak gezdim.

Yüzümdeki gülümseme bir tür “başarmışlık” hissinden kaynaklanıyor.

Hukuk fakültesinden mezun olduğumda, herkes bana “Hayatının eğlenceli kısmı bitti, bundan sonra çok çalışman gerekecek.” minvalinde cümleler kurmaya başlamıştı.

“Hem çalışıp, hem de keyifli bir hayat sürmeyi planlıyorum. Sıkıcı bir hayatı reddediyorum.” diye karşı çıktığımda, hep yüzlerinde bilmiş ifadelerle, “Biz bu yollardan geçtik.”, “Hayat o kadar kolay değil.”, “Sen bir çalışmaya başla, anlayacaksın.” gibisinden cevaplar vermişlerdi.

İlk işime başlarken, kendime bir söz vermiştim: “Hiç bir zaman hayattan zevk almayı unutmuş, mutsuz bir yetişkin olmayacağım. Hayatımı, içinde hem iş, hem de eğlence ve keyif olacak şekilde kurgulamak için elimden geleni yapacağım.”

Blog yazmam da aslında bunu yapıp yapamadığımı, kontrol etme aracımdı. Çünkü keyifli değilsem, birbirinin aynısı ve sıkıcı günler geçirmeye başlarsam, yazacak bir şey bulamıyordum. Bir süre sonra da, bir ispat aracına dönüştü. İnsanlara hep “Heey, bir silkelenip kendinize gelin. İlla ki hayatınızı daha keyifli hale getirecek bir şeyler bulabilirsiniz. Çalışıyor olmak bir bahane değil. Bu tamamen bir tercih meselesi.” diye bağırmak istedim.

Bağıramadıklarıma, yazarak ulaşmaya çabaladım. Bu benim “Bakın, başka türlüsü de mümkün.” deme yöntemimdi.

İşte o anda, trende Antwerpen’e giderken tam olarak bunun hazzını yaşıyorum.

Beyaz gömleğim ve siyah eteğimle, bir plazanın asansöründe, “Artık hayatım çok mu sıkıcı ve sorumluluk dolu olmak zorunda?” diye endişelendiğim ilk iş günümü anıyorum. Aradan geçen yedi yıl boyunca çalışmadığım tek bir ay bile olmadı.

İş değişikliklerimin arasında bile çalışmadan geçirdiğim günlerin toplamı bile on günü bulmaz. Bununla eş zamanlı, nice fırtınalı aşk yaşadım, nice yollara çıktım, nice geceleri sabahlara dans ederek bağladım, sevdiğim insanlarla nice keyifli an paylaştım.

Yanlış anlaşılmasın, “Her şeyi harika yapıyorum.” demeye çalışmıyorum. Bilakis, hayatımda şekle sokamadığım, yapmak isteyip yapamadığım, başaramadığım onlarca şey var.

Yine de…

Bütün eksiklere ve başarısızlıklara rağmen, oturup kotaramadıklarıma isyan etmek yerine, sırf Oscar and the Wolf konseri için Antwerpen’e gidiyor olmamıza bayılıyorum.

Sıkıcı olmayı yetişkinlik kisvesi altına gizlemek yerine, otuzlu yaşlarımızda hala mantıksız şeyleri canımız istiyor diye yapabilmeye de…

Zaptedemediğim gülümsemem işte bundan.

IMG_8581.JPG

Yogitamın “Biz niçin Berchem durağında iniyoruz, merkezde değil? Saçma bir konaklama mı ayarladık kendimize?” sorusuyla düşüncelerimden sıyrılıyorum.

Bir kaç kez rezervasyonumuzu ve haritayı kontrol ediyoruz ve gerçekten ayarladığımız otele gitmek için merkezden bir önceki durakta trenden inmemiz lazım.

Hatta daha da kötüsü, kalacağımız yer bir otel değil, pansiyon.

Beklentilerimizi en aza çekip, “Aman neyse sadece bir gece kalacağız zaten. Temiz bir yatağı olsun yeter.” diyerek trenden Berchem’de iniyoruz.

İstasyonun hemen karşısındaki, sokağa girdiğimiz anda, “Bunlar ev mi?” diye soruyoruz şaşkınlıkla. Çünkü her biri birer şato kıvamında, önlerine de Porshe gibi spor arabalar veya klasik arabalar park edilmiş.

IMG_9207.JPG

Büyülenmiş halde bu şatovari binaların arasında yürüyoruz. Havalı çok ev gördük, ama bu kadar havalı evlerin karşılıklı ve yan yana dizildiği upuzun bir sokak daha önce hiç görmemiştik.

Evlere dalmış halde yürürken, pansiyonumuzu aradığımızı unutuyoruz. Sokağın sonuna gelip meydana çıktığımızda, “Eee, bizim pansiyon nerde ki o zaman?” diye soruyoruz birbirimize. Adresi açıyoruz. Bu sokakta olması lazımdı!

Emin olmadan heyecanlanmamak için kendimizi tutuyoruz. Ama adresi ve kapı numarasını kontrol ettiğimizde artık eminiz: “Pansiyon” diye küçümsediğimiz ve o gece kalacağımız yer, o muhteşem binalardan biri.

Çatı katındaki dairemize çıktığımızda, sevinç çığlıkları atıp zıplayacağımız kadar çok beğeniyoruz burayı. Binanın sahibesi de en az bizim kadar heyecanlı, Türkiye’den gelen ilk misafirleri bizlermişiz.

“Burası ne peki? Neden bu sokaktaki binaların hepsi bu kadar güzel?” diye soruyoruz şaşkınlığımızı gizleyemeyerek.

IMG_8585.JPG

Neo- Gothic, Neo-Klasik ve Tudor tarzı mimariye sahip bu binalar, 1894 ile 1908 yılları arasında inşaa edilmiş. O zamanlar Antwerpen’e çalışmaya gelen çok zengin iş adamlarına aitlermiş.

Sonradan turist rehberlerinden baktığımda, “Açık hava müzesi gibi olan bu sokaktaki binaların hepsi konut olarak kullanıldığından, yalnızca dışarıdan bakabilirsiniz.” gibi açıklamalar gördüm.

IMG_8774.JPG

IMG_8795.JPG

Bu sırada ben o binalardan birinin çatı katında, doldurduğum küvetimin içinde köpüklerin arasında keyifle yatıyordum. O yüzden, Antwerpen’e yolunuz düşerse, konaklama için Abondance Logies‘i  aklınızın bir kenarında bulundurmanızı şiddetle tavsiye ederim.

Hayattan keyif almaktan vazgeçmeden, mantıksızlıklara ve sürprizlere açık kalın!

Berchem: Hayat çetelesi sonunda şatoda küvet keyfi” üzerine bir yorum

  1. Arzugül dedi ki:

    Umut veren ve meraklandıran yazılar, yorgunluk alan cinsten, akıcı bir de, siz yazmaya biz okumaya devam, sevgiler

    Beğen

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s