Hukuk bürosunda çalıştığım yıllarda, iş seyahatleri her haftamın olağan bir parçasıydı. İlk duruşmama Yenice Adliyesi’nde girmiş, avukatlık ruhsatımı aldığım ilk haftayı gayrımenkul işleri için Bodrum’da geçirmiştim.
Sonraki yıllarda yaklaşık her hafta bir günümü Ankara’da geçirirken, sık sık Anadolu’ya da yolum düşüyordu. Bir gün Elazığ’da duruşma çıkışında eliböğründe yerken, ertesi gün Paris’te ICC’den çıkıp şarap içiyor bulabiliyordum kendimi.
Sürekli çanta toplamak, evde hiç vakit geçirmemek, sabahın köründe havalimanı yolu tutmak yorucuydu; ama benim gibi yollarda olmayı seven biri için işime keyif katan bir yorgunluktu bu.
Taksi durağındaki abilerin beni yıllarca hostes sandığını öğrendiğimde çok gülmüştüm.
In-house hayata geçiş yaptıktan sonra ise, tam anlamıyla masa başı çalışanı oldum. Seyahatler ve adliyeler hayatımdan çıktığı gibi; toplantılar da çoğu zaman bizim şirkette yapılıyordu. Haliyle iş seyahatim yalnızca her gün Beşiktaş- İkitelli arası şirkete gidip gelmekle sınırlı oldu. (Evet bu da bir seyahat sayılmalı! Her gün gidiş-dönüş 3 saat süren bir yoldan bahsediyoruz.)
“26 ülkede faaliyet gösteren şirkette çalış, dört ülkenin hukuki işlerini yürüt, tek seyahatin SPK görüşmesi için Ankara’ya gitmek olsun.” diye kendi kendimle dalga geçiyordum.
Derken kendimi sabahın köründe havalimanında, elimde bir Kazakistan bileti ile buldum.
Şimdiye kadar 32 ülkeye ayak basmama rağmen, daha önce hiç Asya’ya gitmemiştim.
Ve tabii ki Asya’ya ilk gidişimin denizli güneşli, bol partili bir tatil için Tayland’a filan olacağını düşünüyordum. İş için Kazakistan’a değil!
“İlk Asya deneyimim Kazakistan ve Air Astana diye daha önce adını sanını duymadığım bir havayolu ile!” diye kendi kendimle dalga geçerek, yüzlerce güneş gözlüğü deneyip, duty free’de daha önce hiç kullanmadığım ürünlerle makyajımı yaptıktan ve güzel bir kahve içtikten sonra, kulağımda kulaklığım güvenliğe gidiyorum.
Güvenlikteki görevli bana inatla bir şeyler söylemeye çalışırken, “Eyvah, bir şeylerde bir terslik var.” diye düşünerek endişeyle kulaklıklarımı kulağımdan çıkartıyorum. “Business class’a upgrade ettiniz. İyi yolculuklar.” cümlesini duyuyorum.
İşaretlere inanırım, Kazakistan maceramın da düşündüğümden daha güzel geçeceğine o an ikna oluyorum.
Air Astana’nın da THY ile ortak uçuş yaptığını ve şahane bir havayolu firması olduğunu keşfediyorum. Gidişte business class, dönüşte economy class uçtum. Her ikisinde de servis elemanlarının ilgisi, verilen seyahat paketleri, kabin içi hizmetler THY’ye kıyasla çok çok iyiydi. Euro ve doların çıldırdığı bugünlerde, para birimi daha başa çıkılır istikametlere gitmeye niyetlenirseniz, uçak bileti bakarken bu bilgi de aklınızın bir kenarında olsun.
Uçaktaki her anons “Nazarlarınıza rahmet” diye bitiyor. Buna çok gülüyorum. Sonraki günlerde nerede Kazakça konuşulsa aynı şeyi düşünüyorum: Bütün kelimeler Türkçe; ama yine de bütününde ne denildiğini kesinlikle anlamıyorum! Merakla sorduğumda öğreniyorum: Nazarınıza rahmet, “teşekkür ederiz.” demekmiş. 🙂
Beş buçuk saatlik bir yolculuk sonrası, -ki bu da düşündüğümden çok daha kısa. Lizbon’a gitmek için de bu kadar uçmuştum- Kazakistan’a, Almati’ye, ayak basıyorum.
Gümrükten geçtikten sonra, havalimanının dışına çıktığımda gördüğüm görüntünün Ürdün’den, Fas’tan hiç bir farkı yok: Frapanlıktan çok uzak, mütevazi renklerde ve gösterişsiz tarzlarda giyinmiş insanlar ile oldukça eski otomobiller… Taksilerle pazarlık yapan insanlar ve müşteri kapmak için havalimanından çıkan herkesin önüne “Taksiii? Taksiii?” diye atlayan taksiciler.
Hissettiğim tek şey ise soğuk! Ve o an yanımda getirdiğim tek kalın şey olan deri ceketimi uçakta unuttuğumu fark ediyorum. Hassiktir!
O deri ceketin muhteşem bir indirimden kaptığım harika bir parça olmasına mı yanayım, muhtemelen uçak biletimden pahalı bir parçayı uçakta unutmuş olmama mı; yoksa kendime bir mont alana kadar soğuktan donacak olmama mı karar veremiyorum. Telefonumu çıkartıp, yakınlarda alışveriş merkezi var mı diye bakıyorum.
O sırada, uçaktaki kabin görevlisi geliyor. “Eminim ki, bu size ait.” diyerek kocaman bir gülümsemeyle deri ceketimi bana uzatıyor. Boynuna atlayıp, sıkıca sarılıyorum ona çok teşekkür ederken: “Kazakistan seyahatimi kurtardınız!”
Sonra tek kelime İngilizce konuşamayan bir amcanın kullandığı, eskilikten dökülen bir taksiye biniyorum. Binmeden önce otelimin adresini gösterip anladığından emin olmaya çalışıyorum, bir de fiyatı soruyorum. Gönül rahatlığı ile arka koltuğa kurulup şehri izlemeye başlıyorum. Bir zamanlar SSBC’nin parçası olduğunu bilmeyen birinin bile bunu kolaylıkla anlayabileceği kadar çok sosyalist cumhuriyet izleri taşıyor. Geniş sokaklar, geniş kaldırımlar, renksiz kıyafetler, bir zamanlar çok gösterişli olduğu belli binalar…
Taksici abinin kaybolduğunu anlıyorum; ama ortak bir dilimiz olmadığı için kesinlikle iletişim kuramıyoruz. Haritalardan otelin adresini açıp ona göstermeye çalışıyorum; ama haritadan faydalanmak yerine, arkadaşlarını aramayı tercih ediyor. Böylelikle şehirde bir saat fazladan tur atıyorum.
Bütün çalışanların bana gösterdiği aşırı coşku eşliğinde Plaza Hotel‘e yerleşiyorum. Kazakistan’da geçirdiğim sonraki her gün deneyimleyeceğim bir şey bu: Çoğunluktan farklı göründüğüm için prim yapmak. Nereye girsem, sanki Madonna gelmiş gibi bir heyecan yaşanıyor, herkes sohbet etmeye çalışıyor, nereli olduğumu soruyor, Türk olduğumu söylediğimde daha da coşkulanıp, benimle Türkçe konuşmaya başlıyorlar.
Otelde bütün gün boyunca uçakta olduğum için kontrol edemediğim maillerime göz atıyorum. Sonra saat 22:00 gibi midem guruldamaya başlıyor. Beş buçuk saat yolculuk, üzerine üç saat saat farkı derken biyolojik saatim şaşırmış durumda.
En pratik ve mantıklı şey o anda otelde bir şeyler atıştırmak olur; ama tabii ki “Gerçek gezginler otelde yemek yemez.” düsturunu almış olanlardan biriyim. Asya’daki ilk günümü de yalnızca oteli görerek geçirecek değilim.
Tripadvisor ile Foursquare bakınıp, otele bir kilometreden daha yakın olan bir restoranı seçiyorum. Üzerime kalın bir kazak geçirip, sıkıca atkıma dolanıp, yürüyerek gitmeye, böylelikle şehri biraz görmeye karar veriyorum.
Gelgelelim haritanın beni götürdüğü sokakta görülecek hiç bir şey yok. Aksine tam bir korku filmi sahnesi olmaya aday: Yolun bir kenarında akan bir nehir var, diğer tarafında hiç birinin ışığı yanmayan depo / baraka tarzı binalar. Ağaçların arasından geçerek yürüyorum. Orada biri beni kesip nehre atsa, sesimi duyacak kimse yokmuş gibi görünüyor.
“Geri mi dönsem acaba?” diye düşünürken, karşıma aynı yolda köpeğini gezdiren bir kadın çıkıyor. İçimi rahatlatıyor.
Sonunda aradığım Wagon Restorant’a ulaşıyorum. İçi Türkiye’de ancak Anadolu’da görebileceğiniz biçimde çiçekli döşemelerle kaplanmış koltuklar, sırlanmış varaklı aksesuarlar ve ucuz yapay çiçekler yerleştirilmiş masalarla dolu. Dışında ise gerçekten eski bir tren vagonu var; bir bara çevrilmiş.
Şevkle menüyü istiyorum, gelen menü baştan aşağı Rusça! Garson kızdan yardım istemeye karar veriyorum: Tatammm, kız da tek kelime İngilizce bilmiyor! Bugüne kadar İngilizce konuşulmayan çok ülkede bulundum, ama ya menüye baktığımda bizim alfabemizde yazıldığı için Google kullanarak ne yazdığını anlayabiliyordum; ya da Arapça konuşabiliyorlardı, kritik anlarda “Falafel? Hummus? Tajin?” gibi bildiğim üç beş kelime ile işimi görüyordum. Rusça ise benim için hem alfabesiyle, hem kelimeleriyle tam bir bilinmez.
Sonunda garson kızla ikimiz telefonlarımızı çıkartıp, Google Translator açıyor ve o şekilde yazışarak konuşmaya başlıyoruz. Sonunda önüme yemeğim geldiğinde ufak (!) bir sorun var: Köftemin üzerinde yumurta var ve ben yumurta yemiyorum!!
O an o çaresizliğim çok hoşuma gidiyor.
Avrupa’da gerçekten çok seyahat ettim. Bir süre sonra şaşırtmıyor, çaresizlik yaratmıyor. Aynen İstanbul’daymış gibi takılmaya devam ediyor insan. Bu yüzden Ortadoğu seyahatlerim beni hep daha çok etkiliyor, bildiklerimden çıkıyorum, sürprizlerle karşılaşıyorum, şaşırıyorum.
O an o yumurta benim için, heyecanlı ve maceralı geçecek iki günün sembolü. Patlatıp köfteme bulaştırmamaya çalışarak, açlıktan ölmeyecek kadar birkaç lokma yiyorum.
Sonra aynı ıssız yoldan otelime dönüyorum. Daha az korkarak…
Otelimde sıcak bir duş alıyorum. Yüzüme yüz maskesi yaparak kendimi bembeyaz nevresimlerin arasına bırakıyorum. “Lütfen beni şaşırtacak daha nice istikamete yollarım olsun… Bu komik anları paylaşacağım sevdiklerimle birlikte!”
Sürprizlerle kalın!