Siz hayatı neden çamaşır makinesi programlamak gibi bir şey sanıyorsunuz ki?*

Hayatımız boyunca çok fazla yolun sonuna geliyoruz.

Bazen yolun üstünde çıkışa yaklaştığımızı fark etmemizi sağlayan sinyaller oluyor, daha yolun sonunu görmeden biliyoruz sona yaklaştığımızı…

Bazen de küt diye bitiyor yol kalakalıyoruz.

Ve hiç bir şeyin bize tam olarak ne hissettireceğini onu yaşamadan bilemiyoruz.

(Benim yaşadığım yol ayrımının ne olduğunu biliyorsunuzdur, bilmeyenler ve konuyu kaçıranlar varsa da, bu skandalı kaçırmayın, detaylara şuradan ulaşabilirsiniz.)

Bu hakkında herhangi bir yazı yazmadan önce, üzerinden biraz zaman geçmesini kasıtlı olarak bekledim. Sakin bir biçimde gerçekten olanları anlatabilmek için, beynimdeki ve kalbimdeki ani iniş çıkışlarım biraz düzene girsin; duygu ve düşüncelerim yerli yerine otursun diye.

IMG_6498.JPG

Ben üç yıldan uzun bir süredir Defacto’da çalışıyordum.

Şirketin bugün kullandığı ve uyguladığı bir sürü sürecin de benim eserim olduğunu gururla söyleyebilirim. Sözleşmelerin önüne konulan bilgi formlarından, sözleşme akışlarının tasarlandığı programlara kadar… Daha sonra şirketin halka arz sürecinin hukuki kısımlarını yürüttüm. Şirketin her türlü verisinin elimde olduğu, cumartesi gecesi CFO’nun beni aradığı, cumartesi ve pazar günleri dahil olmak üzere çalıştığım aşırı yoğun dönemler de geçirdim. Ki bu sürecin başarılı bir şekilde yürütülmesi sonucunda, benim emeklerimin karşılığı olarak bütün hukuk departmanı prim bile aldı. Son bir yıldır da gündelik sorumluluklarım ve işlerimin yanı sıra, e-ticaret projesi ile KVKK uyum projesini yürütüyordum. Ben işini seven bir avukat oldum her zaman, yaptığım her işte de gerçekten yapılabileceğin en iyisini yapmak için çaba harcadım.

Ben ne kadar harika bir insanım demek için anlatmıyorum bunları. Her zaman yaklaşımım şu oldu: “Sabah kalkıp buraya geldiğimize ve burada olduğumuza göre, şu anda yapılabileceğimizin en iyisini yapalım.”

Zaten çalıştığım süre boyunca da iş performansıma ilişkin tek bir negatif geri bildirim almadığım gibi, her zaman da performans ölçümlerinden gayet iyi sonuçlar aldım.

Şirket içinde de her zaman sevilen, pek çok departmanla güzel ilişkileri olan, herkesin “enerjine bayılıyorum.” dediği bir çalışan oldum.

Buna karşılık beklentilerim ise gayet basit şeylerdi:  Rahat bir çalışma ortamı, hak ettiklerimi almak ve benimle makul bir iletişim kurulması.

IMG_1564.JPG

Defacto’da çalıştığım bu üç yıllık süre boyunca, organizasyondaki değişiklikler sebebiyle dört farklı yöneticim oldu. Hepsiyle farklı düşündüğümüz noktalar oldu elbette; sonuçta üreten ve düşünen insanların fikir çatışması yaşamasının da oldukça olağan bir süreç olduğunu düşünüyordum. Eski yöneticilerimin hepsiyle işe ve hayata farklı yaklaşımlarımıza gülebilecek kadar profesyonel ve olgun insanlardık. Bugün aynı masaya otursak, keyifle birlikte çalıştığımız dönemleri anıp, ne kadar güzel şeyler ürettiğimizle gurur duyarız. Hepsinden ayrı ayrı çok şey öğrendiğimi de asla inkar etmem.

Ancak son dönemlerde bu durum değişmişti. Şirkette temel olarak beni rahatsız eden iki apayrı konu vardı: Bunlardan bir tanesi, şirketin çalışanlara karşı uyguladığı bazı politikalardı. Çalışanların muhtaçlığından faydalanmak gibi algılıyordum bunu.

İkinci ise, iş takibi yapamayan, bütün gün ortalıkta sohbet ederek gezinen ve geri bildirim, liderlik gibi konularda gerçekten çok zayıf bir yöneticiye bağlı olarak çalışmaktı. Onun beni yönetmesi, yönlendirmesi, iş yükünü düzenlemesi gerekirken, durum aksi yönde işliyordu. Bana bir artı değer katan, beni geliştirebilecek, kendisinden bir şeyler öğrenebileceğim bir yöneticiyle çalışmayı içtenlikle özlemeye başlamıştım.

Bunun için bir çalışandan beklenebilecek her türlü çözüm yolunu deniyordum. Kendisiyle konuşmak, İnsan Kaynakları’na durumu aktarmak ve hatta bağlı olduğu C-Level’a geri bildirimde bulunmak gibi…

Bütün bu olayların olmasından önceki pazar günü, ailemle birlikte yediğim akşam yemeğinde, onlara da iş yerimden mutsuzluğumu dile getirmiştim. Zaten daha önce yöneticimin bana attığı, kurumsallıktan aşırı uzak kısa mesajları bizzat görmüş olan ailem de içinde bulunduğum durumun ve mutsuzluğumun pekala farkındaydı.

Yani uygun ve makul bir süreç sonunda, Defacto ile yollarımı ayırmaya zaten karar vermiştim. Bunun için adım atmak içinse bir B planına ihtiyacım vardı. Neler olabileceğini düşünmem, tasarlamam gerekiyordu. Bütün bunların sonucunda, doğru bir zamanda, uygun ve makul bir biçimde gerisini getirebilirdik.

Tabii bu benim aklımdaki plandı. Şirkette ertesi gün başıma geleceklerden kesinlikle haberim yoktu.

IMG_4294.JPG

O gün uçakta dönerken aynen şöyle yazmıştım:

Eşitsiz ve haksız uygulamalarla beni mutsuz etmeye başlamış bir işte çalışmaya devam etmek zorunda mıyım?

Beyaz yakalı olmak, işverenin bütün keyfi uygulamalarını sineye çekip, “Çok şükür.” demeyi zorunlu mu kılıyor?

Neden ay başında düzenli olarak maaş almak gibi, zaten olması gereken bir şey değil de, bir lütufmuş gibi sergileniyor?

Birkaç hafta öncesinde şirket etkinliğinde şirketin ne enflasyondan, ne döviz kurundan etkilendiği, karlılığını sürekli katlayarak arttırdığından bahsedildikten sonra, nasıl oluyor da konu yıllık zam oranı olduğunda bir anda ekonomik kriz gündemimize yerleşiyor? 

Stresten bayılıp, belimi çarpıp, gerçekten çok kötü bir halde hastaneye giderken, “Geçmiş olsun.” demek yerine, “Raporu hemen gönder İK’ya.” diye cevap veren bir müdürün iletişim şeklini yadırgıyordum. “Geçmiş olsun daha şık bir cevap olabilirdi.” diye cevap verdiğimde,  “Şıklığı sen başlattın. Hiç bir şey durduk yerde olmuyor.” biçiminde bir cevabı, liderlik, geri bildirim vs eğitimleri alarak “müdür” seviyesine ulaşmış bir insana yakıştıramıyordum.

FullSizeRender 9.jpg

Gelgelelim müdürümün rahatsız olduğum iletişim biçimini İK’ya aktardığımda, “Sen çok şanslısın, ne kadar kötü yöneticiler var bir bilsen.” gibi bir tavırla karşılaşıyordum. Ayrımcılık yapılır şekilde hak ettiğim artış ve terfi tarafıma sağlanmadığında da “Piyasa ne kadar kötü bilmiyor musun?” cevabı geliyordu.

Hep “daha kötü” örnekler verilerek, “biraz kötü”ye şükretmem gerektiği söyleniyordu.

Ekranlarda mutlu çalışan ödülleri sergilenirken, bunları yaşamak kendimi aldatılmış hissetmeme neden oluyordu. Hani biz kurumsaldık? Hani geri bildirim önemliydi, hani yöneticilik bu yetkinliklere bağlı yapılıyordu? Hani bizim görüş ve önerilerimizi dinleyerek, sorunlara çözüm bulması için atanmış business partnerlar vardı?

“Haklısın ama…” cevabını alıp, hiç bir çözüm alamamaktan yorulmuştum.

Upuzun fazla mesailer yapıp karşılığında hiç bir şey almayan, hakları yense de aman kötü olmayayım diye sesini çıkartamayan, aşırı korkutulmuş ve sindirilmiş beyaz yakalılar kitlesinde, hakkımı aradığım için garipseniyordum.

Suratını asmış, mutsuz çalışanlar arasında, hala doğru bir iletişim biçimi ve sakin geri bildirimlerle  “bir şeylerin daha iyi olacağına” inanmaya içtenlikle devam ettiğim için!

O akşam uçak yolculuğu boyunca kendimi sorgulamıştım:

Kendime bunu yapmaya ne kadar daha devam edeceğim? Sonunda hiç bir şeyi sorgulamayan, mutsuzluklarını surat asarak dile getiren, her akşam yemeğinde işten şikayet eden, sonra yine işe gidenlerden biri mi olacağım? 

(Devamı gelecek 🙂 )

Siz hayatı neden çamaşır makinesi programlamak gibi bir şey sanıyorsunuz ki?*” üzerine bir yorum

  1. Özlem dedi ki:

    Ah Sezen … Sekizinci iş yerimdeyim. Mutlu olmayı isteyerek iş ,şehir,sektör değiştirerek 20 yıl artı 7 aydır çalışıyorum ve inan çoğu da kurumsalımsı yani . Beklentilerim aybasında maaş düzeyine ineli çok oldu ama seni takip ediyorum heyecan ve iştahla , çatır çatır hakkını araman karşısında şapka çıkartılır.

    Beğen

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s