Ya felaket sandıklarımız, hayatımızı kurtaran acil çıkışlarsa?

Hayatta molalara ihtiyacımız var belki de. Gerçekten kim olduğumuzu, hayatta bizi nelerin mutlu, nelerin mutsuz ettiğini anlamak için.

Yaptığımız şeylerin ne kadarını alıştığımız için yaptığımızı, ne kadarını gerçekten istediğimizi tam olarak kavrayabilmek için.

Ben işsiz geçirdiğim iki haftada, kendime ve hayatıma dair ettiğim beylik lafların aslında gerçeği yansıtmadığı ile yüzleştim.

Beynimiz bir şekilde, gerçek düşüncelerimizi manipüle ediyor sanırım. Konfor alanımıza sıkı sıkıya yapışmamızı tembihliyor, “Burası güvenli alan, kendini buna alıştır, burada mutlu olduğuna ikna et.” diyor bir şekilde.

Ben bütün hayatı işten ibaret olmayan, hayallerinin ve keyif aldığı hobilerinin peşinde koşan ve iç sesini dinleyen bir insan olduğumu iddia ediyordum mesela. Haftasonlarında, seyahatlerimde, yıllık izinlerimde, bayram tatillerimde tamamen kendime odaklandığımı sanıyordum.

Şaşkınlıkla fark ettim ki, aslında öyle değilmiş. Her şeyle bağlantını tamamen koparmadığın sürece, beynin o minik oyunlarına aynen devam ediyormuş.

“Ben çalışmadığım bir hayat hayal bile edemiyorum. Enerjimi harcamak için çalışmam lazım, yoksa herkese sarmaya başlarım, tembelleşirim, mutsuz olurum.” benzeri cümleleri, geçtiğimiz yıllarda ne kadar çok defa söylediğimi bilmiyorum.

Çünkü mezun olduğundan bugüne kadar aralıksız biçimde beyaz yakalı olarak çalışan biri olarak, ‘çalışmamak’ benim için bilinmez bir bölgeydi. Dilini, yolunu, yaşam tarzını hiç bilmediğin bir ülkeye gitmek gibi…

O yüzden kendimi farkında olmadan, sürekli biçimde “Kötü tarafları var işinin; ama sen mutlusun. En iyisi bu senin için.” diye manipüle veya motive (nasıl nitelendirmek isterseniz) edip duruyormuşum.

Oldukça enteresan bir iş sözleşmesi feshi yaşadığım için, bunu her bir detayıyla anlatmak istiyordum. Sonra instagram’dan gelen süper matrak bir yorum ile bir aydınlanma yaşadım: “O değil de bu blog sex drug and rockn roll’dan tek yol devrim’e evrilecek gibi bir his var içimde. “

Çok güldüm, sonra “şu oldu, bu böyle oldu, bunun hukuki tarafı şöyle” minvalinde yazılar yazmak yerine, gerçekten bu sürede deneyimlediklerimi, hislerimi, şaşkınlıklarımı anlatmaya karar verdim.

IMG_1565_Fotor.jpg

Hadi gelin, hikayeyi başa saralım:

Pazartesi günü, kendi kendimi motive etmiş olarak, şirketteki masamda çalışıyorum. Biraz sonra İnsan Kaynakları direktörü arıyor, toplantı odasına çağırıyor. İş sözleşmemin şirket tarafından feshedildiği tarafıma bildiriliyor.

Ben şaşkınım, onlar da oldukça da üzgün görünüyorlar. Detayları ertesi gün konuşmak üzere anlaşıyoruz. Yerime geri dönerek, masamdaki ve çekmecemdeki eşyalarımı toplamaya başlıyorum. Aradan geçen yıllarda ne çok şahsi eşyam yayılmış etrafa. Kaseden topuklu ayakkabılara, saç serumundan MBA ders notlarıma kadar… İki çantayı tıka basa dolduruyorum.

Çok sakinim. Şok benzeri bir şey mi yaşıyorum acaba diye düşünüyorum. Şirketten çıkıyorum, hiç arkama bile bakmadan bir taksiye biniyorum. Eve geliyorum. Hala çok sakinim. Kendimi rahatlamış hissediyorum. Sanki omuzumda oturan, boğazıma yapışan biri varmış da o geride kalmış gibi geliyor.

Bir önceki iş yerimden ayrılırken, her şeye dönüp dönüp bakmıştım. Masama, büronun girişine, asansörün aynasına, plazanın bütün detaylarına… Her şeyi hafızama kazımak istemiştim. Mutlu ve dostane bir ayrılık olmasına ve ben yeni bir işe başlayacak olmama rağmen, inanılmaz hüzünlenmiştim. O iş yerimden son defa çıkıp metroya doğru yürürken, çok sevdiğim bir adamdan ayrılıyormuş gibi hissetmiştim kendimi. Orada geçirdiğim bütün güzel anları hatırlamaya çalışmıştım minnetle.

Bu sefer hiç öyle bir hüzün veya vedalaşma ihtiyacı hissetmiyorum.

Eve geldiğimde kendime bir kahve demliyor ve o hüzün dalgasını bekliyorum. Yok, kesinlikle hüzünlü hissetmiyorum kendimi. Tam aksine “Bir daha İkitelli’ye gitmeyeceğim.” fikri inanılmaz keyiflendiriyor beni. 

Beynim komut veriyor: “Hemen bu kadar keyiflenme. Bekle bakalım, birkaç gün sonra da bu kadar mutlu olacak mısın?” 

Aradan günler geçiyor, haftalar geçiyor. Kendi kendimi devamlı sorguya çekip, yokluyorum. İçimde hiç bir “keşke” bulamıyorum. Bunların yaşanmadığı, hala orada çalıştığım senaryosunu düşündüğümde “iyi ki bunlar yaşanmış.” diyorum içtenlikle.

IMG_1556.JPG

“Madem bu kadar mutsuzdum, neden o döngünün içinden çıkamıyordum?” diye sorguluyorum kendimi.

Sanırım hayat böyle bir şey, bir düzen kurduğunda, kendini o düzenin en iyisi olduğuna ikna ediyorsun. Ondan çıkmak istemiyorsun. Kendi kendine bir sürü gerekçe sıralıyorsun. Aslında vücudun bile sinyaller veriyor, hiç olmadığın kadar hasta olmaya başlıyorsun, sürekli ateşin çıkıyor, bayılıyorsun filan; ama ne kadar mutsuz olduğunu kendine itiraf edemiyorsun. 

İnsanların mutsuz oldukları evliliklerin içinde nasıl yıllarını geçirdiğini hayatımda ilk defa anladım.

Başıma gelen şey bir sürü açıdan bir felaket olarak nitelendirilebilir. Büyük bir haksızlığa uğradım, aylık kazancımı kaybettim, bütün bunlar oldukça çirkin bir üslupla yapıldı vs vs.

Fakat ironik bir biçimde çok mutluyum. Her sabah mutlulukla uyanıyorum, kendimi enerjik hissediyorum, yıllardır olmadığı kadar üretken ve verimliyim. “Hayatın akışına” inanıyorum. Her şeyin çok daha güzel olacağını her hücremle biliyorum.

İçtenlikle söylüyorum ki; başınıza genel yargılarınıza göre “kötü” bir şey geliyorsa, bir durun, bekleyin. Belki de o kötü sandığınız şey, sizin bir felaketten acil çıkış kapınızdır.

Hayatın akışına güvenerek kalın!

 

Ya felaket sandıklarımız, hayatımızı kurtaran acil çıkışlarsa?” üzerine bir yorum

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s